Seferihisar’da Ürkmez ve Ulamış’tan bildiğimiz ve yakından izlediğimiz köy tiyatroları, şimdilerde İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin oluşturduğu özel bir birimle İzmir’in başka ilçelerine yayılıyor. Bu çalışmaları yürüten tiyatro yönetmeni Vedat Murat Güzel, köy tiyatrolarını, tiyatronun sosyal rolünü ve Ürkmez’den başlayıp İzmir’e yayılan bu hikâyeyi Seferi Keçi’ye anlattı.
– Sizinle daha önce Seferihisar’daki çalışmalarınız üzerine yaptığımız söyleşide, halka halka genişleyen tiyatro çemberlerinden söz etmiştiniz. Şimdi bu çemberler İzmir’in başka bölgelerine de yayılıyor. Önce bu hikâyenin nasıl başladığını hatırlatalım mı okurlarımıza?
– Hikâyenin başı Tunç Soyer’in Seferihisar Belediye Başkanı olmasına dayanıyor. O dönem biz çocuklarla küçük bir çalışma yapıyorduk. Çocuk Belediyesi’nin oluşmasıyla onun sanat birimine dahil olduk. Çocuklarımız oradaki faaliyetlerle birlikte geliştiler, donandılar. Biz o dönem tiyatro ekibi olarak, deniz temizliğinden bilimsel söyleşilere, nerede bir etkinlik varsa oradaydık.
Hem tiyatroyla hem böyle bir sosyal faaliyetle beslenen çocukların donanımlı bireyler olarak yetişmesiyle bizim tiyatro da bir gençlik tiyatrosuna evrildi. Keyifli, çok güzel bir gelişim yaşandı. Bir nesil tiyatro ile yoğruldu, üniversiteye giden ve tiyatro kulüpleri kuranlar, konservatuvara gidenler oldu. Bu sırada Ürkmez Beldesi Seferihisar’a bağlanmıştı, orada da böyle bir çalışmaya başlamak istedik. Kadın katılımcılar çok olunca, bir kadın tiyatrosu kurmaya yöneldik. Başkanımız da bu fikri destekledi. Kadın tiyatrosu öyle gelişim gösterdi ki beş altı yıl sonra “Yılın En Başarılı Tiyatrosu” ödülünü aldık. Buradaki güzel etkileşim bizi Seferihisar’ın farklı yerlerinde de etkinlikler yapmak, tiyatro oluşumları gerçekleştirmek için cesaretlendirdi. O dönem Belediye’nin Ulamış Köyü’nü kültürel olarak canlandırmak yönünde çabaları vardı. Yine Tunç Soyer’in yönlendirmesiyle bir “köy tiyatrosu yapalım” dedik. Benim daha önce Seferihisar’a gelen ve Ulamış’ta yaşayan bir oyuncumun da inisiyatif almasıyla böyle bir oluşum için kollarımızı sıvadık.
– Bu girişim ilgi görmüş müydü köyde?
– Başta kimse gelmek istemedi. Çok da doğal. Köy hayatında ciddi bir koşuşturmaca, belirli bir düzen var. Hayvanın varsa sabah akşam bakman gerekiyor. Zeytinin, mandalinanın belirli bir zamanı var. Aile işi, çoluk-çocuk, evin durumu derken, kolay değil… Köyle ve insanlarla kaynaştığımız uzun bir süreç yaşandı. Pazar tezgahını kurarken sohbet ettik, satışlarına destek olduk, ev işlerine bile yardım ettik. Toprağı ile uğraşırken yanlarında olduk, güldürdük, sohbet ettik, yardımcı olduk. Böylece en azından sıcak bir ilişki kurmalarını sağladık. Sonunda “Bu da iyi adam, geldi gitti bize o kadar yardım etti. Şakacı, esprili bir adam da… Kırmayalım, hadi bir gidelim” dediler. Şimdi sahneye çıkıp oynayanların hepsi şunu söylüyor: “Biz şöyle bir izlemeye gelmiştik, kendimizi sahnede bulduk.”
Başka türlüsü de mümkün değil zaten. Olağan hayatlarında sanatla ilişkisi olan, böyle bir arayış içinde insanlardan söz etmiyoruz çünkü. Durduk yerde biri gelip “Sizinle böyle bir çalışma yapalım” dese siz de duraksarsınız, “ben uygun muyum, değil miyim” diye düşünür, belki uzak durursunuz. Ama bir şekilde sosyal bir bağ kurarak başlarsanız, üstüne keyif alır ve içinizdeki yeteneği de fark ederseniz o zaman ilerlersiniz. Bizim de o şekilde oldu ve ilerledi. İlk başta az bir katılım vardı, beş altı kişi ile başladık. Sonra Seferihisar Kaleiçi’nde on dakikalık bir performans yaptık. O çok beğeni topladı ve ertesi gün köyden otuz kişi geldi. O otuz kişi ile çok güzel yol kat ettik. Bir oyun çıkardık ve prömiyerini İstanbul’da yaptık. Bu tiyatroların çoğuna nasip olmayacak bir şey. Prömiyeri İstanbul’da, ikinci oyunu Ankara’da Yılmaz Güney Sahnesi’nde, üçüncü oyunu İzmir’de lösemili çocuklar için Sabancı Kültür Merkezi’nde sergiledik. Ancak dördüncü oyunu Seferihisar’da oynayabildik. Bu hızlı giriş ve turnelerin keyfi çok güzel bir etkileşim yarattı, herkes özenmeye başladı.
– Çevrelerinden nasıl tepkiler aldı oyuncularınız?
– Tiyatro yorucu bir iş, özveri istiyor. Bu süreçte anneler, eşler, çocuklar, “Nereye gidiyorsun? Gitme. Şart mı? Yine mi gideceksiniz?” gibi şeyler söyledi. Bu ilk başta oyuncuların şevkini kırdı. Ama süreç öyle güzel ilerledi ki yavaş yavaş bunları geride bıraktık. Üstelik çok yönlü ilerleyen bir süreç oldu. Örneğin bir oyuncumuz sinema mezunuydu ve tiyatro oluşumumuzun hikayesini kısa film haline getirdi. O film her yerde oynamaya başladı, bütün dünyayı dolaştı. Bir fotoğraf sergisi oluşturduk. Bir oyuncumuz klarnet çalıyordu, bize bir şarkı yaptı, onun klibini çektik. Böyle çok yönlü ilerleyince insanlar da daha çok motive oldu, sahiplendi. Çevreden gelen baskılar “Bundan sonra nereye gidiyorsunuz? Yeni oyununuz yok mu?”ya dönüşmeye başladı. O zaman sadece oyuncuların değil bütün köyün tiyatrosu haline geldiğimizi anladık. Gerçek kazanım da buydu bence.
Çünkü insanların bu saatten sonra işlerini güçlerini bırakıp birer tiyatro sanatçısı olmalarını beklemek yanılgı olurdu. Tabii ki hevesli olanlar bunu ilerletmeliydi ama bizim esas olarak yapmak istediğimiz, onların ve bütün köyün yaşamına tiyatroyla daha üretken, daha sanatsal, daha sosyal bir zenginlik katabilmekti. Ulamış’ın karakılçık buğdayını, ata ekmeğini, zeytinini, yağını üreten köylülerin üretkenliğini sanatla yoğurmak, beslemekti. Tüm üretim kaynaklarını bu sayede daha iyi ve etkili ifade etmesini sağlamaktı.
Tiyatronun çok güzel bir takım oyunu olma yönü var. Bir yönetmenin söyledikleri üzerinden ilerliyor elbette ama o oluşumun içindeki dinamikler ve yapılması gerekenler bir takım oyununu gerektiriyor. Özellikle de amatör köy tiyatroları için. Biz de dekorumuzu kendimiz yaptık, kostümümüzü kendimiz diktik. Oyuncular bazı provaları kendi kendilerine alacak duruma geldiler bir yerden sonra. Bu işin nasıl yapıldığını da öğrendiler. Bu da çok önemli bir kazanımdı. Bunun sayesinde nesilden nesle bir aktarım olmasının, köyde böyle bir kültür oluşmasının temeli de ortaya çıktı.
– Gezenler bilir, Ulamış’ta bir tiyatronun varlığı kendisini hissettiriyor gerçekten de…
– Köyü tiyatroyla özdeşleştirecek şeyler yaptık çünkü. Evlerin duvarlarını boyadık, tiyatro perdesi çizdik, oyuncuların isimlerini yazdık, şairlerin isimleri, sözleri, tüm bu görsel uyarıcılar köyde farklı bir bakış açısının oluşmasına neden oldu. En güzeli şuydu, bir kadın oyuncumuz “Ben kahvenin önünden geçmeye utanırdım ama sen beni kahvede oyun oynattın” dedi. Nereden, nereye… Çekinen ya da kadın olduğu için bastırılan bireylerin özgüven kazanması köyün üretkenliğine, sosyal yapısına, daha bilinçli, daha duyarlı bireyler oluşmasına katkı yapıyor. Diğer türlü her geçen gün daha çok kapanan tutucu bir toplum haline geliyoruz. Kısır düşünen, küçük düşünen, sürekli çekişen insanlar oluyorlar. En önemlisi kendi haklarından, kendi yapabileceklerinden habersiz oluyorlar. En kötüsü de bu. Oysaki kendi haklarından haberdar olan, kendi gücünün farkında olan kişiler örgütlenebiliyorlar. Hem kendi haklarını da hem de başkalarının haklarını savunabiliyorlar.
– Oyuncularınızın çoğu kadın, bu kendiliğinden mi oldu, bilinçli bir tercih mi?
– Evet, ilginçtir, sadece Ulamış’ta değil, genelde böyle. Ben İzmir’de otuz üç yıldır tiyatro yapıyorum, İzmir Levanten Tiyatrosu’nu çalıştırıyorum, daha önce Musevi cemaatinin tiyatro topluluğunu da çalıştırdım. Üç yaşında da seksen iki yaşında da oyuncum var. Hangi gruba gidersem gideyim kadınlar ağırlıklı. Böyle bir gerçekliği var hayatın. Erkeklerin daha farklı bir yaşam gayesi ve gailesi var, boş vakitlerini de kahvede ya da halı saha maçlarında geçiriyorlar. Öyle bir sosyalleşme algıları var. Tiyatro ise yaratıcılık isteyen, doğurgan bir iş. Kadının kimyasına daha uyuyor. Daha ayrıntıya yönelen, duygusal yapıları içinde barındırıyor. Bunlar da kadınla daha özdeşleşiyor. Amatör tiyatrolar kadınlara daha fazla alan açtığı için bizim tiyatrolarımız hep kadın tiyatrosu gibi oluyor, arada 2-3 tane erkek olursa mutlu oluyoruz. Yeri geldiğinde kadınlar da erkek kılığına giriyor, bu şekilde ilerliyoruz.
– Hikâyenin büyümesi, İzmir’in geneline yayılması nasıl oldu?
– Yine Tunç Soyer’in verdiği itilimin büyük rolü var. Kendisi bu çalışmanın nelere kadir olduğunu, nerelere geldiğini Seferihisar’da gördü. Bu etkileşimin orada yaşayanlara, çevreye nasıl etki ettiğini gözlemledi. Bunu İzmir’de başka yerlere yaymak için de bir çalışma başlattı ve beni görevlendirdi. Tiyatronun daha sanatsal, gösterişli, şaşalı bir yanı olduğu gibi daha insan odaklı, insana dokunan bir yönü var. Ben esas olarak bu yönünü önemsiyor, çalışmalarımda bunu öne çıkarıyorum. Bu yüzden bu çalışmaları İzmir’e yayma, etkisini çoğaltma imkânı beni de çok mutlu etti. Çünkü benim derdim daha çok insanla buluşmak, tiyatroyu daha çok insanla buluşturmak. Kötülükler çok çabuk yayılıyor. Ama iyilikler maalesef kısık sesle, görünmeyen bir köşede kalıyor. Büyükşehrin imkanlarıyla bunu daha görünür kılma fırsatı doğmuş oldu. İlk başta şehir tiyatrosunun oluşumunda bulundum. Ardından “Köy Tiyatroları” biriminin kurulmasıyla onun başına getirildim.
İlk etapta dört köyde başladık. Ulamış dışında Urla’da Barbaros’ta, Güzelbahçe’de Yelki’de, Çeşme’de Reisdere’de. Pandemi sürecinde çok yayılamadık ama şimdilerde bunu İzmir’in farklı yerlerine, kuzeyine doğusuna yayarak sayıyı 10’a çıkarmayı hedefliyoruz. Amacımız bütün çevre ilçelerde köy tiyatrosunun birer çekirdeğini oluşturup bunları yürütmek. Belirli bir yere kadar getirip, ondan sonra kendi dinamikleriyle devam etmelerini, ilerlemelerini sağlamak. Böyle yürümesi daha doğru. Diğer türlü hep taşıma suyla bir yere kadar gider. Oraya bir kültür aşılarsanız, gelenek oluşturursanız, anneden çocuğuna, abiden kardeşine kalır.
– İlk adımı nasıl atıyorsunuz yeni bir topluluğu oluştururken?
– Köy Enstitüleri’nin bir yaklaşımı var, “Okula öğretmen değil, köye öğretmen” diye. Biz de bunu örnek alıyoruz. Bir tiyatro topluluğuna yönetmen ya da tiyatrocu götürür gibi değil, bütün köye bir tiyatrocu götürüyor gibi yaklaşıyoruz. Bunun şöyle bir mantığı var. İnsanın hayatı böyle dümdüz giderken, okuluna sanatçı bir öğretmen gelir, apartmanına, mahallesine bir sanatçı taşınır ve birdenbire o insanın hayatını farklı bir yere taşır. Doğal bir sosyal ilişki içinde başlayıp gelişir bu. İşte bunu yapmak istiyoruz biz de. Köye bir sanatçı sokmak istiyoruz. O sanatçı orada alışveriş yapacak, fotoğraf çekecek, köylülerle muhabbet edecek… O sosyal ilişki bir dönüşümü başlatıyor aslında. İlk adımı böyle atıyoruz.
Bizim bir sloganımız var: Sanata dokunan ellerde, kir barınmaz. Sanatla yaşanan dönüşüm işte bu yönde oluyor. Biz de tiyatroyu böyle araç olarak kullanıyoruz. Bizim amacımız, orada böyle bir geleneği oluşturmak, insanların arasına bir virüs atmak. Buluşturabileceğiniz en güzel hastalık tiyatrodur, sanattır. Bunu bulaştırmak için gidiyoruz oraya.
Bu da “Sen yeteneklisin, sen yeteneksizsin… Ezberle, çık, tiyatrocu gibi konuş, tiyatrocu gibi dur” diyerek olmaz. Tiyatroyu kolaylaştırmanız, sanatı kolaylaştırmanız gerekiyor. Biz de sanat dokunulması, ulaşılması zor bir şey olarak görülüyor. Tiyatro tabii ki çok zor bir sanat, bunu profesyonelce, sanatsal bir temelde yapmak başka bir şey. Büyük bir eğitim, emek, çaba gerektiriyor. Ama profesyonelliğin bu gereklerini amatörlerden beklediğinizde onları bezdiriyor ve yok ediyorsunuz. Amatör bir tiyatro için, işin sanatsal, teatral yönünden daha fazla, o kişinin ne yaptığını bilmesi, içselleştirmesi önemli. Çünkü o zaman hayatına bir değer katacak ve farklılaşacak.
Evde bir kişinin farklılaşması, o evi farklılaştırır, o mahalleyi farklılaştırır, o toplumu farklılaştırır. Bu dokunuşu yaptığınızda kelebek etkisi yapıyor. Ama bu olmadan, yukarıdan hop diye inen bir şey yine hop diye buharlaşıp gidiyor.
– Oyun hazırlıklarını nasıl yapıyorsunuz?
Ben yıllardır hayatın her kesiminden ve her yaştan amatörle çalıştım. Örneğin Levanten Tiyatrosu ile 12 yıldır çalışıyorum. Mutlaka her yıl eğitim çalışmasıyla başlarım. Çünkü her yıl onları farklılaşmış, tepkileri, algıları değişmiş bulurum. Bu eğitim çalışmasıyla aslında bunları anlamaya çalışırım. Onlara uygun oyun ne olur diye düşünürüm. Diğer türlü, bildiğiniz, daha önce belki oynattığınız ya da bir yerde izleyip beğendiğiniz bir oyunu bu grupla oynatmaya çalışıyorsunuz. Hazır bir elbiseyi zorla üstüne giydirmeye çalışıyorsunuz. Ama belki de o topluluktaki insan malzemesinin ilgisi yok o oyunla. Oyunun güzel olması tek başına bir şey ifade etmez. Ona can veren bu oyuncular ve bunlar amatör. Her role adapte olacak bir profesyonellik bekleyemezsiniz ondan.
O yüzden oyunun güzel olmasını bırakıp, buranın güzelliğini bulmanız gerekiyor. Bunun için kafa yormanız, incelemeniz, bunlar üzerine yoğunlaşmanız gerekiyor. Sonra bu veriler üzerine oyun çağrışımlarından etkilenip bir oyun bulabilirsiniz, yaratabilirsiniz. Ben köy tiyatrosunda sahne duruşları, teatral duruş, diksiyon gibi öğelerin üzerinde durulmasına da karşıyım. O amatörlük içinde bir zenginlik, kültür var. Düzgün okuyamayacak, yanlış duracak belki ama kendi zenginliğini yansıtacak şekilde sahnede olacak. Sanatsal yönüne ağırlık verdiğinizde, amatörlerin bunu yapacak özgüvenini törpülemiş oluyorsunuz.
– Bu özgüveni geliştirecek bir etkileşim nasıl oluyor, biraz açar mısınız?
– Tiyatroya değil köye bir hoca dedim ya, bizim çalışmalarımızda iki tip hoca gidiyor köye. Bir oyunculuk eğitmeni, bir de dans eğitmeni. Ve aslında önce öğrenmeye gidiyorlar. Köyün yaşantısını, kültürünü, ağzını, köy oyunlarının figürlerini öğreniyoruz. Bir şey almak için gitmezseniz, bir şey de veremezsiniz. Bu bir alışveriştir. Köylerimizde aslında müthiş bir zenginlik var, çoğu unutuluyor artık, kayboluyor. Her köy, her yöre tek tipleşiyor artık. Oysa bunlar bizim kültürel zenginliklerimiz, motiflerimiz. Bunların tek tek ortaya çıkarılması, gündeme getirilmesi ve aktarılması gerekiyor. Tiyatronun burada böyle bir yönü olduğunu da düşünüyorum. Biz orada ne hikâye var, bu insanlar nasıl yaşıyorlar, nelerden bahsediyorlar, birbirleriyle neyin muhabbetini yapıyorlar, nasıl davranıyorlar, nasıl dans ediyorlar, önce bunları öğreniyoruz. Öyle danslar çıkıyor ki. Bildiğimiz Sepetçioğlu mesela ama bir köy farklı oynuyor, diğeri farklı oynuyor.
Bunları keşfetmek çok keyifli bir süreç aslında. Birimimizi buna göre geliştirip, bu süreçte keşfettiğimiz kültür hazinesini belgeselleştirmeyi, kitaplaştırmayı, oyunlarda kullanabileceğimiz biçimde kalıcılaştırmayı hedefliyoruz.
Oyun olarak, dediğim gibi, yazılı bir metinle gitmiyoruz. Meydan tiyatrosu, köy seyirlik tiyatrosu yapıyoruz. Bu da kolay yapılabilen, o anda şekillenebilen, daha samimi, daha sıcak, onlara dair bir çalışma oluyor. Bir tiyatro salonuna ihtiyaç duymuyoruz. Hatta istemiyoruz. Tiyatro sahnesi, bir illüzyon çerçevesi aynı zamanda ve biz o illüzyondan uzak durmaya çalışıyoruz. Yaptığımız şey daha sahici, biz gibi kokmalı ki izleyici de “Bu benim” deyip dahil olabilsin. Yoksa edilgen bir seyirci olarak kalır. Bu aslında Augusto Boal’ın “Ezilenler Tiyatrosu”nda ifade ettiği yaklaşımdır. Ben forum tiyatro eğitimi, playback tiyatro eğitimi de aldım. Oralarda da bundan bahsediyorlar. Biz genelde tiyatroyu klasik tiyatro çerçevesinde bilip özümsüyoruz. Oysa tiyatro çok geniş bir yelpaze. Avrupa’da pek çok mahallede böyle playback tiyatrolar, forum tiyatrolar oluşmuş. Bunlar küçük, samimi gruplar, küçük kitlelere hitap ediyor. Sosyalleşiyorlar, empati kuruyorlar, algılıyorlar. Bir nevi terapi gibi de oluyor insanlara. Böylelikle o toplum iyileşiyor, birbirini anlayan gruplar haline geliyor, kutuplaşmalar zayıflıyor. Bu yüzden çok değerli. Ben de bunlardan çok etkilendim. Köy seyirlik, meydan oyunlarında da bunları yapmaya çalışıyoruz. Yani sadece oynayanın değil seyredenin de içinde olduğu, deyim yerindeyse iştahlandığı durumlar yaratmak. İçinde illüzyon ve artistik yönün olmaması. Anne-baba yaparken çocuğun heveslenmesi, çocuk yaparken arkadaşının heveslenmesi. Böyle böyle gelişip kalıcı bir kültür haline gelmesi.
Köy seyirlik oyunu da çağdaş tiyatronun bir yansıması. Çağdaş tiyatroda artık dev dekorlar yok, kostümler yok, illüzyon yok. Oyunculuk ve beden dilleri var. Yani çağdaş tiyatroyu böyle yapıyor insanlar. Köy seyirlik oyunları da öyle. Dekorumuz yok, kostümümüz normal köylü kostümü. O anda aynı doğaçlama tiyatro gibi, bir şeye takılıyor, soruyor, o cevaplıyor, seyirciye soruyor, oradan alıyor. Sert bir ezber disiplinimiz de yok.
Yıllarca eğitim almış, çalışmış, belli bir sanatçılık mertebesine ulaşmış profesyonelin disiplinini amatörlerden beklerseniz, onlara haksızlık edersiniz. Sanatçılık mertebesindeki tiyatrocuların taklitlerini yapmasını isteyebilirsiniz en fazla. Çünkü orijinalini yapamaz. Onun eğitimini almamış. Taklit yapacağına kendi öz değeri ile bir şey yapsın. Samimiyeti ile o sahnede var olsun. Olması gereken o.
Böyle bir tiyatro geleneği bizim kültürümüzde var zaten. Levanten tiyatromuzun öyle bir hikayesi var mesela. Onlar da dedelerinden okuma tiyatrolarını izlemişler kendi dillerinde. Çok özenmişler. Bizim yaptığımız çalışmaları görünce, “Dedelerimiz bize böyle oynardı. Biz de torunlarımıza böyle bir kültürü aşılasak, Türkçe oyunlar ile bir şeyler yapsak olur mu?” dediler, böyle başladık. 12 yıl boyunca yaptık ve gerçekten torunlarına çok güzel bir miras bıraktılar.
Bizim kültürümüzde de köy seyirlik oyunları şeklinde bir gelenek var. Benim büyüklerim de anlatır. Elektrik yokken, televizyon yokken, belirli bir saatten sonra toplaşır, hikâye anlatırlarmış, oyunlar oynarlarmış. Bu oyunlar hep teatral oyunlar aslında. Hikâyeler hep bir anlatı, meddah gibi ya da köy seyirlik tarzında canlandırmalar. Annem de yapardı, çok net hatırlıyorum. Belki benim ilgim de oradan. Birbirine dürüstlük, iyilik, üretkenlik, merhamet gibi değerleri bu hikayelerle aktaran bir kültüre sahibiz. Şimdilerde unuttuk bunları ve biz unuttuklarımızı tiyatroyla hatırlatmak istiyoruz; öz değerlerimizi, rengimizi, motifimizi, neşemizi, birlikteliğimizi…
Tiyatro her yerde
Köy tiyatrolarının yanı sıra İzmir Büyükşehir Belediyesi Kadın Çalışmaları Şube Müdürlüğü’ne bağlı Anahtar Kadın Dayanışma Merkezi’nde de bir kadın tiyatro topluluğu oluşturduk. Yedi ay boyunca temel oyunculuk, kişisel gelişim, farkındalık ve sunum becerileri üzerine yürüttüğümüz çalışmadan sonra, Anahtar Kadın Tiyatrosu lansmanını gerçekleştirdi ve “Kadın Hikayeleri” adlı ilk oyununu sergiledi.
Yine Büyükşehir Belediyesi’nin Genç İzmir birimi çatısı altında “Genç İzmir Tiyatro Topluluğu”nu kurduk. İlk defa sahne deneyimi yaşayan otuz genç yoğun ve keyifli bir çalışmanın ardından “Artiz Mektebi” adlı oyunla İzmirli tiyatro severlerin karşısına çıktı.
Bir cevap yazın