Köşk Motel’in önünde otobüs bekliyorum. Seferihisar’a arkadaşıma gideceğim.
15:08. Gecikti biraz. Hava kapalı. Yağdı yağacak.
Çıkarken tek tük atıyordu, yağmurluğumu aldım ama yağmur indirmeden bir gitsem… Aşağı yukarı adımlıyorum. Gözlerim karşıda Marina’da. Deniz yok görüntüde. Marinadaki teknelerden anlıyoruz deniz olduğunu, görmüyoruz.
Yerler, mekanlar insanlarla, insanların oraya kattıklarıyla var, insanlarla güzel…
Homeros’un anlattığı yerlerin ucunda 12 İyon şehrinden biri olan Teos da ne çok yaşanmışlık barındırıyor.
Bu topraklara, bu toprakların mitolojisine ömrünü adamış, ışıklarda uyusun sevgili Şadan Gökovalı, Teos’tan 12 İyon şehrinin Paris’i diye söz eder.
Sığla, Sığala sonra da kalesiyle, daracık sokaklarıyla, begonvillerle kaplı evleriyle, sıcakkanlı insanlarıyla “Sakin Şehir” Seferihisar’ın denize merhaba dediği yer Sığacık. Sekiz yıldır Sığacıklı oldum ben de. Pek çoğumuz gibi buraya; denize, doğaya, doğallığa daha yakın olmak için geldim. İyi ki geldim.
Denizle iç içe geçen, akşamları belli bir saatte kapıları kapanan Kaleiçi’nde kurulu 280 haneli köyden şimdilerde neredeyse bin haneli bir mahalleye geçiş. Bu geçişle değişen, dönüşen insan ilişkileri…
Buranın yerlileri otobüsün geçeceği bu yolun çok sonra yapıldığını, Seferihisar’a atla ya da yayan gittiklerini, sular biraz yükselince deniz kıyısındaki okullarına taşlardan atlaya atlaya geçtiklerini anlatırlar. Kıyıda cıvıldaşan, gülüşen çocukların sesleri, onları kollayan öğretmenleri, pencerelerinden deniz görünen bir okul. Karşısında maalesef sonradan kesildiğini öğrendiğim yüzlerce yıllık çınar ağacı. O okulda öğrenci olanlar öyle mutlu anlatıyorlar ki o yıllarını…Ben de o yılları dinlemeye can atıyorum.
Otobüs gelmedi ama yağmur geldi; hem ne geliş, gök gürlemeleri, şimşeklerle. Delindi sanki sema. Bardaktan boşanırcasına sözü hafif kalır. Nasıl kuvvetli. Nasıl da güzel!.. Özlediğimiz su sesi. Ellerimi uzatıp yağmura dokunuyorum. Sundurmanın altında olmama rağmen birkaç dakikada pantolonum dizlerime kadar ıslandı. O anda gümbürdeme ile gelen şimşekle irkilip iyice geri çekiliyorum.
Motel sahibi hanım içerden el ediyor, gelin, diye. İyiyim sağ ol, diye işaret ediyorum ben de.
Yağmuru dinlemek hoşuma gidiyor. Bir taraftan da hem saate hem yola bakıyorum.
Hala otobüs gelmedi. Gidebilecek miyiz? Peri de sonraki duraktan binecek. Gittikçe şiddetleniyor yağış. Peri’yi arıyorum. Sesi kaygılı “Dönelim, yolda kalırız, giderler de tıkanabilir.”
Vazgeçiyoruz. Seferihisar’daki arkadaşımı arıyorum. O da merakta: “Geldiniz mi?” diyor.
Gelemiyoruz… Eve de dönemiyorum.
Yağmur tüm coşkusuyla döküyor içindekileri. Motelin önündeki camlı bölmeye geçip bir sandalyeye ilişiyorum. Motel sahibi de girip çıkıyor, onlar içerde lobideler. Kapılar açık. Hep birlikte sokağı izliyoruz.
On dakika sonra durdu yağmur, eve gitmek için kalktım, içeri girdim, teşekkür edeyim diye.
Sol tarafta da yaşlı bir hanım varmış o anda fark ettim. Selamlaştık.
“Geç otur.” dedi motel sahibinin eşi. “Sağ olun, vazgeçtim gitmekten. Eve dönüyorum. Ne güzel yağdı.”
“Ya, güzel de… Korktuk biraz. Önceki yıllarda su yürürdü içeri. Gel otur. Kahve içelim.” derken yağmur yine indirdi. “Gelin gelin, oturun, geçin.” dedi ayağa kalktı, yer gösterdi içtenlikle.
Oturayım, o zaman, sağ olun.
Hep görüyoruz birbirimizi, selamlaşıyoruz ama hiç konuşmamıştık. Kendimi tanıttım. O da. “Benim adım Havva, eşim Memet. Bu da Zeynep teyzemiz, yandaki marketin sahipleri. Komşumuz.”
Havva ile Mehmet; Kütahya’dan gelmişler, 25 sene olmuş, Emetlilermiş. İki de kızları varmış.
İlk burada çalışmış Mehmet Bey. Sonra Ebruli Motel’i işletmişler. On yıldır da Köşk Motel’i işletiyorlarmış.
Havva Hanım konuşkan. Sakince oturup bizi izleyen komşusunu da tanıtıyor bana. Zeynep teyzenin üç çocuğu varmış. Bir erkek iki kız. Seferihisar’da oturuyor çocuklar. “Gel anne” diyorlarmış ama o burada kalmak istiyormuş. Evinde. Gülümseyen yüzüyle dinliyor Zeynep teyze.
“Siz yerlisiymişsiniz, Sığacık’ın eski günleri nasıldı?” diye soruyorum.
“Çok güzeldi. Ben altmış beş yıl önce evlendim. O zaman kimseler, bir şeycikler yoktu buralarda.”
“Deniz neredeydi?” diyorum.
Motelin önündeki yolun karşısını göstererek:
“Şuradaydı. Bazen deniz çekilirdi, balıkları toplardık ellerimizle, Canlı canlı olurlardı… Bağırış çığırış toplardık.” diyor. Gülümsüyor. Başını dışarıya, karşıya çeviriyor. Marinanın olduğu yerlere bakarken bir hüzün geçiyor gözlerinden.
“Çocukken…” diyor, “elektrik yoktu. Mum ışığında, gazyağı lambasında otururduk, derslerimizi öyle yapardık. Ramazanda kalkınca çabuk olun derdi, anam. Oyalanamazdık… Ama çok güzel günlermiş!”
“Okul?” diyorum.
“İlkokula gittim.” diyor övünçle. Eli ile, şimdiki gece pazarının olduğu yeri işaret ederek, “Okul ordaydı. Ben orda bitirdim. Sonra yıktılar orayı!” diyor, omuzunu arkaya atıp, yazıklanır gibi bakarak.
Sohbet ilerleyince Mehmet Bey, yok oluyor ortadan.
Havva, bir ara arka tarafa geçiyor. Meyveyle dolu tepside, tabak, çatal, bıçakla dönüyor. Yanımıza yaklaşıp sehpanın üzerine koyuyor getirdiklerini. Meyveleri soymaya başlıyor.
Motelin girişinde, evine gelen konuğu ağırlarmış gibi .
“Zahmet ettiniz” diyorum.
“Ne zahmeti, zahmet mi olurmuş.” Şeftali, elma soyuyor. Yanlarına mürdüm eriği. Haydi buyrun, diyerek önce Zeynep teyzeye sonra, bana tabakları uzatıyor.
“Otobüs var mıydı?” diye soruyorum Zeynep teyzeye:
“Yok, bir dolmuşu vardı. Büyücek. O çalışırdı ama çok sık değildi. Yayan giderdik Seferihisar’a. Yollar toz, toprak, çamur. Yanımıza torba alırdık. ‘Ayakkaplarımızı’ ona koyardık. Takunyalarla giderdik. Oraya varınca değiştirirdik.”
Havva hanım giriyor söze:
“İzmir’in yeri ama yine elektrik yokmuş, köymüş.” diyor, kendi memleketindeki köyler gibi oluşuna hayret ederek. İzmir ya!… Ekliyor.
“Biz geldiğimizde bile bi şey yoktu. Daha şurda on yıldır… Buraları Marina yapılırken doldurdular hep. Deniz şuradaydı.”
Denizi, balıkları, Mihri’yi, Naşide Köprüsü’nü, Hacivat-Karagöz oynatılan kahveleri, sinemalarını ama en çok birbirlerine daha yakın olduklarını anlatıyorlar.
Deniz doldurulurken, mandalina bahçeleri betona dönüşürken onların altında kalan, çocukluk, gençlik, evlilik anıları. Sözle aktarılan ama gösterilemeyen güzellikler, yok olan doğa…
Ya yürekten “Merhabalar” da olmasa. Güzele, iyiye inancımız onlar sayesinde.
Yağmur dindi. Teşekkür ediyorum. “Memnun oldum” diyorum.
“Her zaman gelin diyor Havva.” Gelirim diyorum. Böyle sıcak birini bulmuşum gelmez miyim?
Yoldan bisikletleriyle güle oynaya çocuklar geçiyor.
Her şey insanla güzel diyor ya Sait Faik.
Sığacık şimdi daha güzel.
Bir cevap yazın