Bornova Doğal Tarım Çiftliği’nde yaşam topraktan filizleniyor! – 1

İki yıl önce bugünlerde Bornova önemli bir girişime sahne olmuştu. Daha önce motokros pisti olarak kullanılan bir arazi Belediye tarafından doğal tarım yöntemleriyle işlenmek üzere bir grup gönüllüye tahsis edilmiş, toprak atılan ilk tohum toplarıyla buluşmuştu. Biz de ne amaçladıklarını sormuş, Seferi Keçi’de yayınlamıştık. Aslında taşlaşmış bir toprağın yeniden canlanması için iki yıl yeterince uzun bir süre değil. Ama yine de merakımıza yenildik, Bornova Doğal Tarım Merkezi ve Çiftliği’nin ne durumda olduğunu kendi gözlerimizle görmek için bir baskın yaptık. Toprağın bereketini, üretici ve yaratıcı gücünü Bornova doğal tarım gönüllülerinden dinliyoruz. Önce İrfan Özbilgin’leyiz…

Söyleşiyi podcast olarak dinlemek için;

– İrfan abi ne yaptınız, nereden nereye geldi Doğal Tarım Merkezi?
– İrfan Özbilgin: Biz oraya başlarken Fukuoka’nın “topraktan ne alabilirim diye değil, ne verebilirim diye düşünün. Toprağa verirseniz o da size verir” sözünü kulağımıza küpe yapmıştık. 

İrfan Özbilgin

Oradaki toprağı kendi halini bıraksak dahi canlılığı sağlayacağını biliyorduk. Biz bunu biraz daha öne çekelim dedik. Temizliği, düzeltmesi falan yapıldıktan sonra tohumlama yaptık. Toprağı besleyecek yemlik fasulye, yemlik bezelye, bakla… Tohum toplarıyla karışık halde 500-600 kilo tohum attık. Onların yanı sırada Belediye’nin bize sağladığı fidanları, özellikle deliye aşılanmış fidanları diktik. O taş gibi çorak arazide bugün ciddi bir bitki örtüsü var. Köylü geldiği zaman soruyor “ya bu canlılığı nasıl yaptınız, bunlar tek tek de dikilmez ki?” diye. Bazen de “şuraya hayvanları sokalım da otlatalım” falan diyorlar. Biz onları hayvanlar için dikmedik ki toprak beslensin diye diktik. Bugün böyle bir aşamaya geldi artık. Ne ekersen veriyor. Bu sene yaklaşık 2 dönüme sebze bahçesi yaptık, gayet güzeldi, iyiydi. Her şey iyi gidiyor, yemyeşil bir alan oldu.

– Sizin uyguladığınız tarımsal yaklaşımın geleneksel, konvansiyonel tarımdan farkı ne?
-Temelden farklı. Bir kere doğaya bakışı farklı. Doğada biyotik bir mekanizma var. Bir piramit düşünün, bunun en alt katmanında toprak, üstünde bitkiler, üstünde böcekler, otçul ve etçil hayvanlar. Bu katmanların her biri üstüne ve altına hizmet eder. Bir tanesine zarar verdiğinizde bütün dengeyi bozmuş olursunuz. Yılanları öldürürseniz fareler çoğalır, kurtları öldürürseniz domuzlar artar gibi bir şey. Doğal tarımla konvansiyonel tarım arasındaki en önemli fark şu; biz bu katmanlara saygı duyuyoruz. Karıncanın da insan kadar önemli  olduğunu, doğaya, o biyotik mekanizmaya katkı sağlayan bir canlı olduğunu düşünüyoruz.
Bu mekanizmanın sağlıklı işlemesinin en temel gereği, en alt katmandaki toprağın sağlıklı olması. Yani bu dengeyi onaracaksak, bunun yolu toprağı iyileştirmekten geçiyor. Konvansiyonel sistemde insan verim almak için toprakla savaşır. Aşırı sürmeyle o toprağın mikroorganizma madde miktarını azaltır, öldürür, altında yatan yabani otları canlandırmış olur. İlaç atar, o dengedeki bazı canlıları yok eder. Yani verim alacağım diye toprağı daha kötüleştirir, tüm dengeyi bozar. 
Doğal tarım düşüncesinin mimarı Fukuoka ise “toprağın üzerini bitki örtüsüyle besleyin, toprağın üzerinde her zaman doğal bir yorgan olsun” der. O yorganı eksik ettiğinizde topraktan verim alma şansınız yok. Alsanız da üzerine diktiğiniz her şey hastalanır. İlaçla yani dışarıdan beslemek zorunda kalırsınız. Aynı kötü beslenen, bağışıklığı zayıflamış insanlar gibi… Toprağı da eğer kötü beslerseniz bitkilerin bağışıklığı düşer, hastalanırlar. Ama toprağı ne kadar sağlıklı tutarsanız bitkiler de o kadar iyi olur. Doğal tarımın en büyük özelliği de bu zaten.

İrfan abiden kendi küçük bahçesinde tıbbi aromatik bitkilerin kokusundan tadına küçük bir eğitim aldık.

– Nasıl yöntemler kullanıyorsunuz?
– Doğal tarımdan bahsederken birçok insan hemen kurallarını söyler. Budama yapmayacağız, sürme yapmayacağız, ilaçlı gübreleme yapmayacağız… Bu kurallar da köylüyü ürkütür. Oysa böyle bir şey yok. Bu üç önemli ilke nihai amaçtır doğal tarımda. Yani siz budama yapmak zorundasınız ama ne zamana kadar, o genç fidan kendi doğal formunu bulana kadar. Beş sene sonra o formu bulduğunda artık budama yapmazsınız. Sağlığını yitirmiş bir toprakta sebze dikecekseniz başlangıçta sürmek zorundasınız. Eğer bakıma ihtiyacı olan küçük çaplı bir bahçeniz varsa orada kompost yapın, niye yapmıyorsunuz. Ama büyük bir alanda tarım yapıyorsanız kompost yapmak çok meşakkatli olur. O yüzden toprağı yerinde canlı kompostla besleyin. Bu da toprağın üzerindeki bitki örtüsüdür. En çok azot bağlayan, demin saydığım yonca, baklagiller, yemlik bezelye, yemlik fasulye gibi. Doğal tarımın bu ilkeleri ilerleyen aşamada ulaşacağınız bir çıktı aslında. Ben böyle anlıyorum, böyle anlatıyorum. Doğal tarımı “tembel tarım” diye tanımlıyorlar, yani hiçbir şey yapmama tarımı. Evet öyle ama “ben 20 dönümlük arazi aldım, hadi oturayım toprak da bana versin” diye bir şey yok. Bu sizin beş yıl sonra, belki on yıl sonra erişeceğiniz bir hedeftir. On yıl sonra artık sürmenize gerek yoktur, budamanıza gerek yoktur, gübre atmanıza gerek yoktur. Sadece tohum atarsınız, bir de hasat etmeye gidersiniz.


– Bu çok başıboş ve plansız bir şeymiş gibi geliyor kulağa, böyle bir tarım insan nüfusunu besleyebilir mi? 

– Endüstriyel tarımcılar bu tür spekülasyonlar yaparak insanların kafasını bulandırmaya çalışıyorlar. Oysa Avrupa’da yapılan bir araştırma dünyadaki ekilip biçilebilen arazilerin sadece %60’ında doğal tarım yapılarak dünya nüfusunun beslenebileceğini iddia ediyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Şurada bulunduğumuz Bornova ilçesini düşünüyorum. Sadece buradaki tarımsal arazilerde yapılacak doğal tarımla Bornova gibi en az dört beş ilçeyi besleyebilecek kapasiteye ulaşılabilir. Bizim doğal tarım çiftliğinin 20 dönümlük arazisine bakarak söylüyorum bunu. Bugün başındayız ama oradan çıkacak sebzeler, meyveler, tıbbi aromatik bitkiler kaç aileyi doyurur… Benim kendi küçük bahçem de bunun örneği. Normalde 80 metrekarelik bir alanda 4 kişilik bir ailenin sebzesini yetiştirebilirsiniz. Hâl böyleyken konvansiyonel tarıma ne gerek var? 
Konvansiyonel tarımın daha verimli olduğunu ileri sürüyorlar. Kim söylüyor bunu? Tayfun Hoca’nın anlattığı geniş çaplı araştırmalar var. Ekolojik tarımın konvansiyonel tarımdan daha verimli ve olumsuz şartlara karşı daha dirençli olduğunu ispatlamışlar. Ama esas mesele ne biliyor musun? Yarış atı mı besleyeceksin normal bir at mı besleyeceksin? Yarış atı beslersen deliler gibi vitamin vereceksin. Çünkü uzun mesafe koşturacaksın, kumda koşturacaksın, çimde koşturacaksın ve para kazanacaksın. Ama benim yarış atı beslemek gibi bir derdim yok ki… Verimlilik meselesinin böyle bir tarafı var. 
Bizim 14.000 yıllık kökeni olan buğday çeşitliliğimizin dönüme verim ortalaması 250 kilodur. 300 aldığınız da olabilir ama ortalama 200-250 kilodur. Siz bundan 500-600 kilo alacağım diyorsanız o zaman çakarsınız kimyasal gübreyi. Yetmiyormuş gibi otlarla mücadele etmek için zehir atarsınız. Kısa vadede çok verim alacağım diye toprağı zehirler, öldürürsünüz. Ama binlerce hektar ekilmeyen arazimiz var. Para etmediği için tarım yapmayan işsiz insanlarımız var. Daha çok alanda ve toprağı tüketmeyen bir yöntemle tarım yapsak, devlet düzgün fiyat verse, insanlar ürettiğini satabilse, masrafını karşılayabilse, geçimini sağlayabilse daha iyi olmaz mı? 
Devletin buğdaya verdiği fiyat 2 lira 65 kuruş, çiftçi bu fiyatla bile para kazanacağını söylüyor ama yine de satamıyor. Urfa’ya gidin, Mardin’e gidin, dağ taş buğday arazisi. Her yerde ekilebilir. Yeter ki adamın hakkını verin, mazot desteği verin, tohum desteği verin. Hasat ettiğinin bir kısmını tohuma veriyor, bir kısmını kendisine ayırıyor, bir kısmını da öldü fiyatına sattığında vazgeçiyor. Yeni kuşaklar çiftçiliğin statüsünün düşük olduğuna inandığı için “ben gideyim şurada asgari ücrete fabrikada çalışayım daha iyi” diyor. Yazık günah, böyle olmamalı yani. 

– Doğal tarım yöntemlerini nasıl karşılıyor burada köylüler? Sıcak bakıyorlar mı?
– Sağ duyulu olanlar hemen geçmiş, geleneksel yöntemleri hatırlıyor. “Doğru söylüyor oğlum, hatırlamıyor musun? Biz küçüktük, babam bir sefer atla sürerdi, sonra tohumu atardık. O zaman zehir mehir bilmiyorduk.” falan diyor. 50’li yıllardan sonra başladı zehir işleri. Ama sadece çiftçiyi değil, toprağı da kötü alıştırdılar ki.  “Tamam İrfan” diyor, “ben buraya zehir atmayayım ama bu sene ürün alamazsam batarım”. O toprağın kendine gelmesi için en az üç sene gerek çünkü. Ama çiftçinin üç sene dayanacak hali yok. Çiftçiye destek verecek politikalar lazım yani. O zaman bu dönüşüm sağlanır. Aslında çiftçi de sıcak bakıyor. Mecbur kaldığı için toprağı sürüp duruyor. İlaç ve gübre kullanıyor. 
Mesela buradaki köylü arkadaşlar kirazlarının dibini sürmekten vazgeçmeye başladılar. Çünkü kafalarına yattı. Şimdiye dek şöyle kandırmışlar, toprağın havalanması lazım… Niye havalansın? Bir yemek kaşığı sağlıklı toprakta dünya nüfusundan fazla canlı mikroorganizma var. Senin havalandırmana ihtiyacı yok ki o toprağın. Bırak, o kendi kendini havalandırır. Solucanlar, diğer canlılar havalandırıyor zaten. Sen dokunma toprağa, sadece üstünü boş bırakma yeter. Ama tam tersine, köylülerimiz sürerler toprağı, kaymak gibi yaparlar üstünü, sonra da karşısına geçip “ulan ne güzel oldu” derler. Anasını belledin o toprağın haberin yok. Toprak, üstünde ne kadar çok bitki örtüsü varsa o kadar sağlıklıdır. Yabani ot, yabani ot diyorlar, Fukuoka der ki, yabani ot diye bir şey yok, bilmediğiniz ot var. 

– Çiftçinin endüstriyel tarım çarkının içinden çıkmasını engelleyen faktörler de çok, öyle değil mi?
– Tabii… Engellemek zorundalar. Dünyada tohumu üreten, zehri üreten, ondan sonra o pestisit denilen bütün ilaçları üreten topu topu 6 tane büyük firma var. Tohumu ondan alacaksın. Sertifika çıkardılar ya, gidiyorsun tohumu ondan alıyorsun. Diyor ki, bu tohumu veriyorum ama yanında bu gübreyi atarsan bire üç verim alırsın. Kimyasal gübreyi de veriyor. Hastalık vuruyor, diyor ki iklim bozuldu, bu ilacı atman lazım. Onu da aynı firma satıyor. Bu döngüyü niye bozsunlar ki? Ciddi bir rant var. Sen doğal tarım dediğin zaman bütün dünyayı elinde tutan altı tane büyük tröst firmayı devre dışı bırakıyorsun. Sadece onlar mı… Bir de işbirlikçileri var burada. Hepsini devre dışı bırakmış oluyorsun. Buna razı olurlar mı?

– Organik tarımla ne farkı var doğal tarımın?
– Bak şöyle bir şey anlatayım, daha iyi anlayacaksın. Panos’u biliyorsun. Doğal tarımı Fukuoka’dan öğrenmiş, geliştirmiş, Yunanistan’da uygulamış. Bütün yaşamı bu doğallık üzerine kurulmuş bir adam. Ben bu işi öğrenmek için Yunanistan’a onun çiftliğine gitmiş, beraber çalışmıştım. Bunun bir arkadaşı 40 dönümlük arazisinde organik tarım yapıyormuş, doğal tarıma geçmek için Panos’tan yardım istemiş. Gittik baktık ki organik tarımcı toprağın üstüne, bitkilerin etrafına naylon sermiş. Yabani ottan kurtulacak ya… Naylon serdirmişler. Panos nasıl sinirlendi, hışımla çekiyor bu ne diye. Hepsini söktük. Al sana işte organikle doğal tarımın farkı. 
Şimdi herkesin ağzında bir organik… Oysa organik sertifikasının izin verdiği çok şey var. Naylon da örtebilirsin, biyolojik ilaç da atabilirsin. Bu ilaçları da aynı şirketler üretiyor. İyi niyetle organik üretim yapana saygı duyuyorum ama hedef şaşırtmaktan başka bir şey değil bence. Sonuçta toprağa ne kadar iyi bakarsan o da sana o kadar iyi bakıyor. Bütün mesele buradan geçiyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir