Seferi Keçi’nin yeni sayısıyla hepinize merhaba…
Biz sözümüzün arkasında dururuz, kendi yapmayacağımız şeyi başkasına söylemeyiz. Geçen sayımızı “Yavaş kardeşim! Hayat aceleyle yakalanmaz” başlığıyla çıkarmıştık. Mademki bir çağrı yaptık, önce kendimiz uymalıyız dedik ve öyle ağırdan aldık ki üç ay geçti, yeni sayımızı ancak şimdi çıkarabildik.
Şaka bir yana… İlk sayımızı alan, beğenen, ilgi gösteren, devamının gelmesini içtenlikle dileyen okurlarımıza, ki sayıları hiç de az değil, gerçekten bir özür borçluyuz.
* * *
Geciktik ama hele bir sorun bakalım, neden geciktik.
Bu gecikmenin haklı nedenleri var kuşkusuz. Lafı dolandırmayalım, bir tanesi yaz rehavetidir. Herkesin dinlenmeye, tatil yapmaya geldiği bir coğrafyada, gündüzleri doğası ve deniziyle, akşamları etkinlikleriyle insanı her türlü baştan çıkaran bir kentte, yazın ortasında dergi hazırlamak gerçekten zor. Ama dert değil, dinlenerek ve eğlenerek dergiyi çıkartabildiğimizde mesele kalmayacak.
Diğer bir neden ise, derginin üretiminin henüz kolektif bir emeğe dayanmıyor oluşu.
Baştan bu yana Seferi Keçi’ye katkı yapan, ilk sayısıyla tanıştıktan sonra bir ucundan tutmak isteyen pek çok kişi oldu. Seferihisar’da birikmiş niteliğin bir göstergesi bu. Ancak yine de dergimiz, esas olarak henüz tek kişinin, benim uğraşımla yayına hazırlanıyor. Yani çoğul konuşuyorsam, çoğu zaman böylesi daha havalı olduğu için…
Neyse, bu da dert değil. Giderek daha çok insan, daha çok yönlü biçimde katılacak derginin üretimine. Bunun emareleri fazlasıyla var. Onların dokunuşuyla daha renkli ve nitelikli bir yayın olacak Seferi Keçi. Bunu kolaylaştırmak ve daha verimli kılmak için fikir alışverişi yapabileceğimiz, birlikte çalışabileceğimiz ortak mekânlar da ayarlayacağız ileride. Zira Seferi Keçi şu anda fazla ev yapımı bir dergi. Hadi homemade diyelim de daha afili olsun…
* * *
Evet, bu kadar mazeret saymak yeter. En kabul görecek özür, dolu dolu bir dergi çıkarmak olurdu. Biz de öyle yapmaya çalıştık. Bakın bakalım olmuş mu?
Yeni sayımıza “Taşrada hayat var” diye bir başlık attık. Evvelden beri önümüze konan taşra algısını konuşmak istedik.
Taşra… Kasvetli, donuk, “bir şey” olmak için kaçılıp kurtulunması gereken, durağan, değişime direnen… Büyük şehirlerde yaşını alıp iyi kötü birikim yaptıktan sonra sakin bir emeklilik için geri dönülen … Ekonomik, kültürel ve toplumsal olarak, iyi ya da kötü yönde hep “merkez”in ardından sürüklenen, ona insani ve doğal hammadde sunmaktan başka rolü olmayan…
Tüm bunlarda gerçek payı olsa da bu, hele de bugün, gerçekliğin ancak kısmi ve çarpıtılmış bir algısını yansıtıyor bizce. İyi hissetmelerini sağlıyorsa eğer, “merkez”den bakan sosyoloji böyle anlatmaya devam edebilir ama bunu uzun uzadıya tartışmak bizim işimiz değil.
Öte yandan altı boş bir taşra güzellemesi yapacak da değiliz. “Merkez mi taşra mı?” tartışmasına girişmeyecek, metropolleri yerin dibine batırmayacağız da… (Zaten batmışlar batacakları kadar )
Esas derdimiz ekonomik ve kültürel olarak üretken, canlı ve zengin bir taşranın imkânlarına dikkat çekmek. Metropollerde çoktan yitirilmiş daha “insani” ve doğal bir yaşam seçeneğinin taşrada fazlasıyla mümkün olduğunu göstermek. Bunun merkezden yapılacak bir müdahaleler silsilesiyle değil, bizzat burada yaşayanların bilinçli, günlük pratikleriyle gerçekleşebileceğini dile getirmek. Ve nihayet, taşrada yaşamanın bir mahkûmiyet değil gönüllü ve bilinçli bir tercih olabileceğini ortaya koymak.
Ama bunun için önce taşrada yaşayanların kendilerini “merkez”in gözleriyle görmeyi bırakması, sahip olduklarının kıymetinin farkında olması gerekiyor tabii. Derdimiz işte bu.
Edip Cansever ne güzel söylüyor Ahmet Arif’e, “insan yaşadığı yere benzer”. Evet ya, insan yaşadığı yere benzer. Yaşadığı yeri severse kendisini de sever. Kendisini seviyorsa, nereye giderse gitsin, ezik, yenik durmaz. Kendinde değer gördüklerini gittiği yere taşır, çoğaltır, gittiği yeri zenginleştirir. Yaşadığı yere sahip çıkarsa, kendisine de sahip çıkmış olur. Değiştirir ve güzelleştirirse, kendisi de değişir, güzelleşir.
Ya sevmiyorsa… Kaçar. Sonra geri dönüyorsa bilin ki bahçelerine apartman dikmek, derelerine elektrik santrali yapmak içindir. Sevmeyen insan yaşadığı yerle kavgalıdır, onun getirdiği değişimden hayır da gelmez.
Seferihisar’ın dışarıda bileni, seveni çok. Herhalde şu yavaş şehir düşüncesinin cazibesinden… Ne kadar güzel… Ama Seferihisar’ın, en çok Seferihisarlının sevgisine ihtiyacı var.
* * *
“Taşrada hayat var” dedik ama bir o kadar da, hayatımıza yönelik tehditler var. O yüzden bu sayıda alt başlığımız “Hayatımıza dokunma”. Melda Onur’un yazısında göreceksiniz, Google Earth’ten derelere bakıp nereye HES yapacağına karar veren bir merkezden idare ediliyor memleket. Siz zeytine baktığınızda yaşamınızın 3000 yıllık bir parçasını görüyorsunuz. O sanayiye, taş ocağına engel görüyor. Masmavi denizi siz hayatınızın bir rengi olarak görüyorsunuz, misafirlerinizle paylaşacağınız, turistik değeri olan bir nimet sayıyorsunuz. O burnunuzun dibine balık çiftliği, yat limanı inşa etme hesabı yapıyor.
Neyse ki, yaşadığı yeri sevenler ve sahip çıkanlar varsa, o işler o kadar kolay değil.
* * *
Bu sayıda esas olarak orasından burasından bu konulara değindik. Bir de yeni sürekli bölümlerimiz var size buradan duyurmak istediğimiz.
Çocuk deyip geçmeyen bir kentin dergisinde elbette bir çocuk sayfası da olmalıydı, artık var. Adı da çok güzel, “Gıdik”. Bilmeyenler için, Anadolu’da keçinin bir yaşından küçük yavrusuna deniyor. Seferihisar Çocuk Belediyesi’nde psikolog olarak çalışan Selver Tutan hazırlayacak küçük arkadaşlarıyla birlikte.
Bir başka bölümümüz de “İki Teker”. Adından belli, bisikletçilerin sayfası. Bisiklet bir yavaş şehir olarak Seferihisar’a çok yakışan bir ulaşım aracı. Ama yollarıyla, trafik düzeniyle bir o kadar da uygunsuz. Seferihisarlı bisiklet tutkunları bu sayfada hem sıkıntılarını dile getirecekler hem de özendirici bir Seferihisar rehberi sunacaklar bisikletçiler için. Bu sayıda en çok nazımızın geçtiği Ender Karadeniz arkadaşımız yazdı, sonrakilerde kim pedal basmak isterse “İki Teker” onun olacak.
“Seferihisar’ın Çınarları” başlıklı bir bölümümüz daha var. Bu bölümün kaynağı, 2013 yılında Seferihisar Belediyesi’nin 75 yaşın üzerindeki Seferihisarlılarla yapılan röportajlarla hazırladığı bir anı kitabı. Çok değerli bir çalışma ama çoğu Seferihisarlının haberi yok. Her biri sadece Seferihisar’ın değil Türkiye’nin canlı tarihini sunan bu röportajlardan seçtiklerimizi paylaşmaya devam edeceğiz yeri geldikçe. İzin verdikleri için, Seferihisar Belediyesi’ne ve kitabı hazırlayan Saadet Erciyas’a çok teşekkür ediyoruz.
Seferihisar’a tatile geldiklerinde Seferi Keçi’yle tanışan ve hem Seferihisar’la hem de dergiyle ilgili izlenimlerini yazmak isteyen okurlarımız oldu. Sayfalarımız elverdikçe aralarından seçtiklerimizi paylaşmak için “Gezdim Gördüm Yazdım” başlıklı bir bölüm yaptık bir de. Devamı gelirse sürdüreceğiz. Bu arada, başlık da biraz klişe olmuş sanki.
Bilge Umar hocanın tarih sohbetleri ve Hasan Torlak’ın endemik bitkileri anlattığı yazıları bu sayıda da devam ediyor. Şimdilik sürekli bölüm olarak ilan etmeyelim ama, nazar değmesin.
* * *
Bu sayının özgün bir yazısı da Belçika’dan. Geçen sayı için “dünyalı dergi falan diyorsunuz ama alakası yok”
diye bir eleştiri almıştık. Bu sayıda, tarihçi-yazar
Patrick Lagrou’nun Seferi Keçi için yazdığı, Fransa’daki Teos mermerlerinin izini süren bir yazı var. Belçikalı yazarı nereden buldunuz demeyin, dünya sahiden küçük…
Ve son olarak, kapakta kullandığımız suluboya resim Ekrem Gün’e ait, kendisine teşekkür ediyoruz.
* * *
Nasıl, fena bir dergi olmamış değil mi? Üstelik geçen sayıdan 24 sayfa daha fazla. Korkmayın ama, fiyatı aynı. Herhalde artık affettirmişizdir gecikmeyi…
* * *
Keçi’nin mottosu “Yaşamı savunmakta inatçı”. Ne acı ki aldığımız her nefeste yaşamı savunmak zorunda olduğumuz bir hâle geldi memleket. “Yaşam”dan kastımızın salt nefes alıp vermek olmadığını biliyorsunuz. İnsanca, kardeşçe, doğayla barışık, güvende hissettiğimiz, ağız dolusu gülebildiğimiz, çocuklarımıza gönül rahatlığıyla miras bırakabileceğimiz bir yaşamdan bahsediyoruz. Bunun daha azını, örneğin sadece işini, hayatı pahasına savunmak durumunda kalanlar ve yok sayılanlar var ne yazık ki. Ya da özgürlüğü pahasına gerçeği, adaleti savunanlar.
Daha güzel sabahlara uyanmak umuduyla, onlara da selamlar…
Bir cevap yazın