Ahmet Piriştina’nın kurduğu, Türkiye’nin ilk kent arşivi ve müzesi olma özelliğini taşıyan ve daha sonra kendi adının verildiği Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi bünyesinde bulunan Kent Kitaplığı Yayınları’ndan bugüne kadar 133 Kitap yayınlandı. Nisan ayında yayınlanan 133. kitap “İzmir’de Tek Yaşayan Kadınların Mekânsal Tercihleri”, coğrafya disiplinini insan odaklı gören, özelde de kadının yaşam alanlarını, mekân tercihini inceleyen bir çalışma. Toplumumuzda “coğrafyanın”, dünyanın sadece fiziksel özellikleriyle sınırlı bir inceleme alanı olduğuna dair “eksik” olan tanımına eleştirel bir yanıt üreten Ege Üniversitesi Coğrafya Yüksek Lisans Öğrencisi Gökçe Pekmezci ve tez danışmanı Doç. Dr. ilkay Südaş, coğrafyacıların sorduğu ortak sorunun, “Nerede?” sorusu olduğunu belirtiyorlar.
Coğrafyanın başlıca dallarından birini oluşturan beşerî coğrafyanın bir alt dalı olan nüfus coğrafyasının, nüfusun dağılışı, bu dağılışın nedenleri ve değişimi ile demografik niteliklerine odaklandığını belirten yazarlar, “coğrafya disiplini ile ilgili geniş bir tarihsel, kuramsal ve kavramsal arka plan vermek değil, daha ziyade kadınlar arasında tek yaşama olgusunun, coğrafya disiplini içinde nereye oturduğunun genel bir çerçevesini çizebilmek ve inceleme alanı olarak İzmir’i neden tercih ettiklerini anlaşılır kılmak” amacındalar. Kitapta kadın nüfus arasında tek yaşamın mekânsal boyutları, kentsel bir bağlamda ortaya konuluyor. İkamet hareketliliği İzmir’de tek yaşamayı tercih eden kadın nüfus ekseninde disiplinin tarihsel bağlamıyla da ilişkilendirilerek ele alınıyor.
Südaş ve Pekmezci, kadınlar özelinde yaptıkları böyle bir mekânsal incelemenin kendilerini ilk durak olarak, coğrafyanın yakın tarihinde “kadın coğrafyası” olarak başlayan ve “feminist coğrafyaya” doğru evrilen akıma götürdüğünü belirtiyorlar. 19. yüzyılın sonlarından başlayarak mekân üzerine ve mekânın cinsiyeti temsil eden yanı üzerine ilk kadın planlamacıların itirazları, evin inşası ve evdeki rollerin eleştirisi üzerine kadın mimarların çalışmaları ile gelişen süreçte yine erkek egemen bir disiplin olarak coğrafya disiplininde, feminist coğrafyaya evrilen akımın gelişme süreçlerini ele alıyorlar. “Böylesine köklü bir erkek egemenliğindeki coğrafya disiplininde, öncelikle kadın coğrafyacıların disiplin içindeki konumları dikkati çekmiş ve ayrıca bir araştırma konusu, bir coğrafî olgu olarak kadın nüfusun çeşitli özellikleri incelenmiş ve nihayetinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğine duyarlı bir bakış açısını yansıtacak şekilde bir bilimsel bilgi üretimi –feminist coğrafya– gündeme gelmiştir.” diyen yazarlar, mekânla ilgili bütün alanlarda, bilgisi üretilenin toplumsal cinsiyetini anlamayı içermesi gerektiğine vurgu yapıyorlar.
İzmir örneğine geçmeden önce kitap, Türkiye’de modernleşme ile birlikte değişen demografik göstergeleri ve değişen hane halkı kompozisyonunu detaylı verilerle ortaya koyuyor. Modernite, modernleşme gibi kavramlar ve sürecin yarattığı toplum tipi ve yapısı birçok bilim insanı ve çalışmaya atıf yapılarak ele alınıyor ve sonuç olarak modernleşmenin ülkemizdeki sonuçları disiplin ve kitabın konusu özelinde irdeleniyor. Kentleşme, endüstrileşme, okuma yazma oranı, seküler yapıların egemen olması, demokratik ideallerin kabul görmesi, evrensel insani değerlerde ortaklaşılması ve yeniliklere açıklık gibi ögeler ekseninde bir inceleme yapılıyor. Modernleşme sürecindeki toplumların diğer demografik göstergeleri arasında, evliliklerin ve kadın başına düşen çocuk sayısının azalması, boşanmaların artışı ve ilk evlenme yaşının yükselmesi, bireysel ve tek başına yaşam tarzının yaygınlaşması gibi göstergelerin sayılabileceği belirtilerek; günümüzün modern toplumlarında, tek ebeveynli ailelerin sayıları ile boşanma oranlarında artış ve bireylerin hiç evlenmemeyi giderek daha fazla tercih ettikleri tespit ediliyor.
Avrupa ülkelerinde tek yaşayan insanların sayısındaki sürekli artışın Türkiye nüfusu açısından da daha düşük oranda olmakla birlikte geçerli olduğu verilerle aktarılıyor. Türkiye’de hane halkı kompozisyonunun değiştiği, doğurganlık hızının yavaşladığı, eğitim seviyesinin yükseldiği, ilk evlenme yaşının yükseldiği boşanma oranlarının arttığı, Batı toplumlarının daha önceden geçirdiği deneyimlerden geçilmekte olunduğu tespiti yapılıyor.
İzmir’de ise tek kişilik hanelerin coğrafî dağılışı incelenen kitapta şu veriler dikkat çekiyor: 2019 yılında, TÜİK verilerine göre İzmir’de tek kişilik hane halklarının sayısı 281.001’dir. Bu, İzmir’in aynı yıldaki toplam nüfusunun %6,4’üne denk gelir. Tek başına yaşayanların 128.120’si erkek (%45,6), 152.881’i (%54,4) kadındır. İzmir toplam kadın nüfusunun 2 milyon 192 bin 932 olduğu göz önüne alındığında, İzmirli kadınların %7’sinin tek başına yaşadığı anlaşılmaktadır; erkekler için bu oran %5,9’dur. Tek başına yaşamın kentsel merkeziyet göstermesi açısından cinsiyete göre belirgin bir fark yoktur, ancak merkezi ilçeler arasında küçük farklarından söz edilebilir. Örneğin Karşıyaka, tek başına yaşayan kadın nüfusun %12,2’sini, erkek nüfusun ise %9,32’sini barındırmaktadır. Diğer yandan Buca, tek başına yaşayan erkek nüfusun %10,9’unu, kadınlarınsa %8,8’ini barındırır.
Özetle yazarlar kitapta (Türkiye’de hızlı bir gelişme içinde olan kadın ve toplumsal cinsiyet üzerine coğrafî literatüre katkı sağlamak amacıyla) tek yaşayan kadınların mekânsal tercihlerine İzmir kenti örneğinde ışık tutuyorlar. Özellikle büyükşehirlerde kadınların tek yaşamasının yaygınlaşmasının, onların mekânsal ihtiyaçlarının anlaşılmasını önemli hâle getirdiği tespit ediliyor. Araştırma bulguları ve veri toplama sürecindeki gözlemler, kentli, yüksek eğitimli, 30’lu yaşlarının sonlarında, realist, özgürlükçü, bireyselliğe önem veren, ekonomik özgürlüğe sahip bir kadın profiline işaret ediyor. Kuşkusuz bu profil, İzmir’de tek yaşayan kadınların yalnızca bir bölümünü temsil etmektedir uyarısı da bu alanda daha çok araştırma yapılması gereğine de işaret ediyor.
İzmir’in olumlu anlamda ayırt edici özelliklerinin bulunup bulunmadığı konusunda bir dereceye kadar fikir verebilecek olan kitapta yapılan saha araştırmasında, İzmir’in kadınlar için güvenli bir şehir olduğu (5 üzerinden 4,1) sonucuna ulaşılıyor, Türkiye geneli için ise denekler, tek yaşama konusunda aynı düşüncede değiller. Türkiye’de tek başına bir kadın olarak yaşamanın zor olduğu fikrine katılım (5 üzerinden ortalama 4,1) ise oldukça yüksek. Tek yaşayan kadınların, “tek başına bir kadın olarak” İzmir’de konutlarını bulmakta zorlanmamış olmaları konut piyasası açısından; tek yaşadıkları için aileleri tarafından olumsuz eleştirilere maruz kalmamaları ise sosyal kabul açısından olumlu göstergeler olarak değerlendiriliyor. İzmir’de gözlenen, daha önce genel bir çerçevesi çizilen demografik özellikler ve kültürel değerler göz önüne alındığında, şehrin Türkiye’de görece daha Batılı bir yapıyı temsil ettiği, dolayısıyla da kadınların tek başlarına var olabilmelerine olanak sağladığı sonucuna ulaşılıyor.
“Başka bir kentin mümkün ve olanaklı” olduğunun ortaya konulduğu, alanında ilk olma özelliği taşıyan ve güçlü saha araştırması ile verilere dayanan çalışmanın İzmirlilerle buluşmasını sağlayan yazarlara teşekkür etmek gerekiyor.