Akbelen ormanı sadece yöredeki İkizköylüler için değil, bütün Milas ve Bodrum’un ekosistemi için önem taşıyan ormanlık bir alan. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrallerine kömür sağlaması için Akbelen ormanını Limak Holding’e vermesinin ardından, 2018 yılında bölgedeki kömür madenleri genişletilmiş, bazı köyler boşaltılmıştı. O günden beri İkizköylülerin madene karşı topraklarını ve ormanı korumak için mücadelesi sürüyor.
Ağaç kesimi sırasında jandarmaya mukavemet ettikleri gerekçesiyle iki Akbelen savunucusunun yargılandığı davanın duruşmasını izlemeye gittiğimizde, köylülerin orman girişindeki çadırda tuttukları nöbetin 567. günüydü. İkizköy Çevre Komitesi’nden Nejla Işık’a Akbelen mücadelesini sorduk.
– 567 gündür Akbelen’i korumak için nöbet tutuyorsunuz. Nasıl başladı, nasıl gelişti, özetler misiniz?
– Bizim hayal bile edemediğimiz yerlere geldi Akbelen ormanının direnişi. Aslında bir avuç köylü olarak başladık mücadeleye. Toprak uğruna başlamış bir mücadeleydi. İkizköy’deki Işıkdere mevkiimizi kaybetmiştik daha önce. Bir şey yapamadık. Zeytin yasasını, ormandaki haklarımızı, insanca yaşam hakkımızı bilmediğimizden dolayı “keşke”lerimiz kalmıştı içimizde. “Bunları nasıl durdurabiliriz? Bunların önüne geçecek kimse yok mu? Hep teslim mi olacağız, toprağımızı, köyümüzü terk etmek zorunda mı kalacağız?” Biz bu düşüncelerle boğuşurken, 2019 yılında seçimlerden hemen sonra, şirket Akbelen ormanı içinde daha önce dokunmayacağım dediği mevkideki yerler için, şahıslara “toprağınızı satın alacağım, gelin anlaşalım” gibi bir ihbarname gönderdi. Tam da o noktadan başladı İkizköy’ün mücadelesi.
İkizköylüler olarak dedik ki “bizim artık madene verecek bir karış toprağımız yok”. Çünkü madenin verdiği zararı, bunun geri dönüşünün olmadığını hepimiz gördük. Sağlığımızdan olduk. İnsanların nasıl göçe zorlandığını gördük. Hepsine anbean şahitlik ettik. Bizim çocukluğumuz burada geçti. En büyük geçim kaynağımız zeytin, en büyük yaşam kaynağımız su. Zeytinlerimiz de derelerimiz de elimizden gitti. Hepsi maden uğruna feda edildi. Yedi tane köy gitti.
Biz bu termik santraller ömrünü doldurmuş, kapatılacak diye beklerken devlet 2014 yılında özelleştirmiş, LİMAK Şirketine satmış. Şirket de satın aldıktan sonra iki sene içinde geldi Işıkdere’yi yok etti. Biz bu yıkımları, bu yok oluşu, bu doğa katliamını gördükten sonra zaten artık sessiz kalamayız. Önce kendi toprağımız, kendi suyumuz diye çıktığımız bu yolda artık hepsini bir kenara bıraktık. Buradaki kuşun, kurdun, şu ağacın sesi olalım dedik. Çünkü o ağacın sesi yok, kaçacak ayağı yok.
Bunları düşünerek “köyümüzden vazgeçmiyoruz” dedik ve bir avuç köylü olarak mücadeleye başladık. Dört yıl oldu.
– Yerimizi satmıyoruz mu dediniz Şirket’e?
– Evet, biz “yerimizi satmıyoruz” deyince Şirket bu sefer dedi ki, “tamam, siz satmıyorsanız ben de Akbelen Ormanı’nı alıp sizi buradan gönderirim.” Ormanda maden işletme izni almışlar. Sonrasında da 2019 yılında Milas Orman İşletme Şefliği’nden gelerek 14 ağacı kestiler. Kasım ayıydı hiç unutmuyorum. Ayağımızda çizmemiz, bir yandan tarlaya tohum atıyoruz, bir yandan zeytin topluyoruz. Köylümüze yalvardık, “bunu engellemezsek işleyecek zeytinimiz kalmayacak, işleyecek toprağımız kalmayacak. İşinizi bırakın gelin. Bu orman giderse bizim her şeyimiz gidecek” diye. İşimizi gücümüzü bıraktık oraya gittik. Herkes bunun bilincinde olunca hızla toparlandık ve o gün işçileri durdurduk.
Orman İşletmesi endüstriyel plantasyon adı altında kesim yapıldığını, buranın çok yaşlı bir kızıl çam ormanı olduğunu, kesip tekrar fidan dikeceklerini söyledi.
“Peki” dedik, “buranın hemen ilerisinde maden var, orayı gördünüz mü?”
“Hayır, bizim madenden haberimiz yok” dediler.
Nasıl olmaz? Buraya maden geliyor, onlar da önünü açıyorlar.
“Kimi kandırıyorsunuz? Biz bu kesim istemiyoruz” dedik ve dilekçelerle, imzalarla 2020 yılında bu kesimi durdurduk.
Bu büyük bir kazanım oldu bizim için. İnsanoğlu istedikten sonra, inandıktan sonra yapamayacağı, başaramayacağı hiçbir şey yok. Bunu gördük ve birbirimize kenetlendik.
Toprağımızın imzası zaten bizde. Satmadık mı kimse zorla alamaz. Tabancayla tüfekle alacak değil ya. Ama ormanda herkesin hakkı var. Kamu yararıysa eğer, benim de hakkım var, İstanbul’dakinin de Van’dakinin de… Nasıl oralardaki ağaç da benim hakkım varsa burada da herkesin hakkı var. Bu köyün meselesi değil, bütün Türkiye’nin meselesi diyerek “sesimize ses olun” dedik.
– Çağrınız karşılık buldu mu?
– Dediğim gibi bir avuç köylü olarak başlamıştık ama artık yalnız değiliz. Çok büyük bir dayanışma oldu. Kendimizi çok güvende hissettiriyor bu. Yalnız olmadığımızı hissettiriyor. Bu dayanışmalar, bu destekler hakikaten çok kıymetli bizim. Bu sayede biz bu davayı kazanacağız diyoruz.
Biz de başka yerlere sessiz kalmıyoruz artık. Çünkü başta, kendini yalnız hissetmenin çaresizliğini en çok biz yaşadık. Hiçbir şey yapamayız, devletin kestiği parmak acımaz, toprağın üstü de altı da devletin diyenler oldu. Devlet zaten tamamen şirketlerin yararına karar veren bir devlet. Karşımızdaki çok güçlü bir şirket. Her önüne gelen bunları söyledi, siz boşuna uğraşıyorsunuz, boşuna direniyorsunuz.
– Şimdiyse pek çok başka mücadeleye örnek oluyor, öyle değil mi?
– Başka insanlar Akbelen yapabiliyorsa, oradaki insanlar direnebiliyorsa biz de yapabiliriz diyor şimdi. İnsanlara umut olmak kadar güzel şey yok. Bize sordular, nasıl yaptınız, nasıl birlikte kalabildiniz diye… Kaç kişi bizim gibi çadır kurdu, nöbet tuttu kendi toprağında…
Onlara yol göstermek, bir şey anlatabilmek, hem öğrenmek hem öğretmek, bunlar bizim için çok kıymetliydi. Ve geldiğimiz noktada her davada böyle kalabalığız, birlikteyiz. Her müdahale olacağında, “yetişin” dediğimizde, İstanbul, Çanakkale, İzmir, Edremit hiç fark etmez, her yerden insanlar koşup geliyor. Hakikaten Akbelen mücadelesi tüm Türkiye’ye hatta dünyaya mal olmuş, örnek bir mücadele oldu.
İçimiz içimize sığmıyor bu destekleri, bu birlikteliği görünce. Şöyle diyoruz köylülere, “İstanbul’daki adamın burada beş karış toprağı yok. Ama şu orman yaşasın diye işini gücünü bırakıp cebinden para harcayarak, beş kuruş destek istemeyerek bizim yanımıza geliyor.” Maaş bağlamışlar diye söylentiler çıkardılar bir ara. Bu iş maaşla olacak iş değil. Bu iş yürek işi, gönül işi, bağlılık işi. Biz bu ağaçlara gönülden bağlandık diyoruz. Hiç tanımadığımız insanlarla birlikte bu ormana gönülden, yürekten bağlandık.
Muhtar olsun, köyden birkaç kişi olsun “ne işi var bunların burada” diyordu zamanında. “Senin yapman gereken işi bu insan yapıyor. Senin sahip çıkmadığın toprağına, ormanına sahip çıkıyor. Toprak senin ama orman herkesin, burada onun da hakkı var” dedik. Bu orman hepimizin, bu vatan hepimizin. Bu mücadele köy mücadelesinden çıkıp biraz da vatan meselesine döndü.
– Kesimler başlayınca engel olmak için çadır kurup nöbet tutmaya başladınız, 567 gün oldu…
– Çoğu insan şunu diyor, “Çok dayandınız. 567 gün, dile kolay”. 567 gündür çadırlarda nöbetteyiz. Çanakkale’de Kaz Dağları’nda görülmüş böyle bir mücadele, gün olarak ondan da çok fazlayız. Ve şaşıyorlar, burada her daim gece gündüz nöbet tutulduğuna inanamıyorlar. Ama gerçekten, beş dakika dahi yalnız bırakamıyoruz biz burayı. Çünkü karşımızda dört senedir köylüye yapmadığı eziyeti bırakmayan, aba altından sopa gösteren, bunun için her fırsatı değerlendiren bir şirket var. Dinamit patlatarak, suları keserek, kesime gelerek… Yangın sırasında bile biz burada nöbet tutarken, bir tane ağaç kesilmesin, bir yere yangın sıçramasın diye gözümüz gibi bakarken boş durmadılar.
Şirket bu köylü paşa paşa verecek düşüncesiyle Akbelen Ormanı’na girmeyi hedefledi. Ama bilemedi… O bir avuç köylü, yaşam savunucularıyla birlikte çok büyük bir şey başardı.
Bizim burada madene verecek ne tek bir ağacımız var ne toprağımız. Sonuna kadar gideceğiz. Başaracağız. Akbelen’e giremediler dört senedir. Başardık bunu.
– Aklınıza gelir miydi böyle çadırda nöbet tutacağınız, kesime gelen işçilerin, jandarmanın karşısında duracağınız, mahkemelere çıkacağınız?
– Biz her zaman söylediğimiz gibi kavgadan, dövüşten yana asla değiliz, hiç olmadık. Her zaman barışı savunduk. Biz zeytinle büyüdük zaten. Zeytin ne demektir, barış demektir, umut demektir. Kavgayla, savaşla, bağırışla çağırışla bir şeyler olmaz. Bizim mücadelemizin temelinde de sevgi var. Burada sevgiyle ördüğümüz ağlarla ve haklı mücadelemizle başardık şimdiye kadar. “Akbelen yuvamız, vermeyiz” derken, bunu gerçekten yürekten söyledik ve bunun için ne gerekiyorsa onu yapıyoruz.
Çünkü neyi kaybedeceğimizi biliyoruz, gördük. Akbelen’in ardında Işıkdere’de bir yaşam vardı. Buranın tarihi, kültürü vardı. Suları, dereleri, zeytinleri, envaiçeşit meyveleri vardı. O yok ettikleri köyden taşınan köylülerin ahları kaldı şu anda. Gidip konuştuğunuzda “İkizköy Işıkdere’yi rüyamızda görmediğimiz günümüz yoktur” derler. Bu köyden gidenlerin hepsinin psikolojisi bozuldu. Kanser olup ölenler oldu. Sağlığımızdan olduğumuz, insanlarımızı feda ettiğimiz, topraklarımızı, köyümüzü feda ettiğimiz artık yeter. Böyle çıktığımız yolda şu anda tüm Türkiye’nin önünde çok güzel bir mücadeleye ulaştık. Kazanacağız, başka yolu yok. Buradan sonra veremeyiz, teslim edemeyiz şirketlere. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar.
Akbelen Ormanını gerçekten vermeyeceğiz. Kuşu, kurdu, börtüsü böceği, domuzu, yılanı her şeyi içinde yaşamaya devam edecek ve bize nefes olmaya devam edecek.
Bir cevap yazın