Köylülerin hayvana ve bitkiye yaklaşımının odağında “saygı” vardı. Yani ekolojik döngünün bir parçası olduğunu kabullenmişlik, gereksiz zarar vermeme, ne çiçeği koparma ne bitkiyi kurutma, hayvanın doğal yaşamına zarar vermeden birlikte yaşama…
Sabah 9 civarı dimdik köyün, derme çatma merdiven veya üst üste dizilmiş taşlardan oluşan sözde patikamsı yokuşlarından inmeye başlıyor, genç yaşlı kadınlar, kızlar. Bir evin bulunduğu yükseklikle en yakın komşunun evi arasında ciddi bir kot farkı var. Alışmışlar, dengeyi kurmuşlar. Düz ayakkabıları kaymıyor bile. Öylesine bir dikey coğrafya. Rengârenk şalvarları, yazmalarıyla merdivenlerde kadınlar, yokuşları hızlı hızlı inerken, birer birer küçük ağılların kapılarını açıyorlar. Ağılların bir tel kanca ile kapatılmış kapılarından birer birer anneli yavrulu keçiler çıkmaya başlıyor meleyerek. Aslında çıkma denmez, akıyorlar adeta. Köyün yokuşlarından rengârenk kadınlarla irili ufaklı, anneli yavrulu, siyahlı beyazlı neşe içinde keçiler akıyor. Tıpkı bir nehri besleyen küçük kollar gibi akarak köyün ortasından geçen derenin kenarında buluşuyor. Derenin karşı yakasındaki en az köy kadar dik kayalık tepeye ulaşmak için sığlık yerler, taşların üzerleri takip ediliyor. Bu kez keçiler büyük bir hızla kayalıkları tırmanmaya başlıyorlar. İndikleri kadar rahat. Çıngırak sesleri mutlu melemelere karışıyor. Arada çıkmış otları yiyorlar. Kadınların her biri sürülerinin birikip otladığı yeri görüyor. Biraz dinlenip geri dönüyor.
Akşam oldu mu gidip alacaklar keçilerini, ağıllarına sokacaklar gece için. “Peki” diyorum merakla, “Bu kadar keçi hepsi birbirine benziyor, karışmıyorlar mı birbirlerine? Kadınlar nasıl ayırıyor, eksik olanı nasıl anlıyor?” “Karışmazlar” diyorlar. Hepsinin otladığı alan var, sahibi belli, ağılı belli.
Sonra koca bir sürü katır geliyor köyün yolundan. Serbest dolaşıyor hayvanlar. Ama hepsi sahipli. Hangisi kimin katırı biliniyor. Bazısının boynu masmavi boncuklarla bezeli. Süslemiş de süslemiş sahibi. Kumaşlar sallanıyor her bir yanından. Bazısı çıplak. 8-10 tanesi yön değiştirip koşarak köyün kayalık yoğun tepelerine meylediyorlar. Keçiler kadar rahat tırmanıyorlar. Burada katırlar insanların hem taşıma yaptığı kamyoneti, hem üstüne binip gittiği arabası. Kimi çocuğunu taşıyor, kimi çeyizini, kimi hastasını, kimi de cenazesini. Ama sadece hayvanı da değil, can yoldaşı aynı zamanda.
Uludere burası… Namı diğer Roboski…
Coğrafyanın dayattığı ekonomiyle, el değmemişliğin getirdiği ekolojisi buluşuyor. El değmemiş derken, medeniyet dediğimiz canavarın kalkınma yatırımlarıyla dişini henüz geçirmediği coğrafyayı kastediyoruz elbet. Yoksa el değiyor tabii… Hatta yumruk iniyor tepelerden bir yerden…
Konumuza dönelim:
Her diyarın kendi ekolojisine uygun hayvanları var kuşkusuz, onlar bu hayatın bir parçası. Adile Arduç şöyle anlatmıştı:
“Geceleri böceklerin korosu var. Ayı şu ağacın dibinde oturuyor, yaban domuzu da şuraya kadar geliyor. Tavşan buralarda dolaşıyor. Tavuklar, horozlar bahçede. Köpeğimiz hepsinin hareketini kolluyor. Böyle yaşıyoruz işte…”
Hatırladınız mı Adile Arduç’u? Daha doğrusu Arduç Ailesini? Hani Peri Suyu üzerine yapılan barajın su tutmasının ardından, oturduğu köyünde köprüsüz kalan aile. Yıllarca, HES şirketinin yapmayı vaat ettiği köprüyü beklediler. Şirket de devlet de, “oradan çıkın, size başka bir yerde daha güzel ev verelim” dediler. Kabul etmedi Arduçlar. Niye etsinler, kendi seçtikleri cennetlerinde yaşarken, şehre köle olmayı mı seçsinler?
Burası da Dersim…
Pembelik Barajı su tutup da ağacı, ormanı, hayvanı, köyleri, evleri, kutsal yerleri sularının altına almadan önce gidip köylülerle direniş çadırında oturmuştuk. Köylülerin hayvana ve bitkiye yaklaşımının odağında “saygı” vardı. Yani ekolojik döngünün bir parçası olduğunu kabullenmişlik, gereksiz zarar vermeme, ne çiçeği koparma ne bitkiyi kurutma, hayvanın doğal yaşamına zarar vermeden birlikte yaşama…
“Bizim su samurlarımız var…” demişti köyünü HES’lerden korumak için pasif direnişe geçen Leyla.
Burası Tortum’un Bağbaşı köyü…
Ve Ödük Çayı’nı kastediyordu su samurlarının yaşadığı. Çok değerliydi su samurları. Ama verdikleri bu değer, su samurunun yalnızca çok temiz suda yaşayabildiği gerçeğiyle daha önem kazanıyordu. Köyün kadınları HES şirketi inşaata başladıktan beri bulanık akan sularını göstererek karşılıyorlardı gazetecileri, aktivistleri. O su içmek için, evi temizlemek, yıkanmak, çocuklarını yıkamak, bahçesini sulamak, yemeğini yapmak için gerekliydi ve temiz olmalıydı. Suyun temizlik barometresi de su samurlarıydı.
HES’in taşeron inşaat şirketi başlamıştı çalışmaya… Bir köylü dağın yamaçlarında kepçelerle açtıkları yolları göstererek “bakın geçerken oradaki çalıları söküyorlar, oysa o çalılar bu bölgeyi heyelandan koruyor. Ama onlar bilmiyor ki bunu, söküp söküp atıyorlar. Yarın bir gün heyelan olursa ne olacak?”
Köylü, köy ekolojisi çok şey öğretir insana… Köy dünyayı tanımak, ortak yaşamı anlamak ve birbirine saygı göstermektir. Köy imecedir, biraz zooloji, biraz biyoloji, biraz kimya, biraz fizik, biraz hidrolojiidir.
Köyü HES, termik diye dağıtır, köylüyü şehre sürerler ya; işte o zaman başlar kopuş hayattan. Ama yine de direnir insan; göçtüğü yeri, doğup büyüdüğü yere benzetmeye çalışır. Apartman dairesine “tandır” ister ki, çoluğu çocuğu geldiğinde gözleme yapsın; bahçe bulamaz terasına bağlar koyununu, keçisini… O da durmaz ki hayvandır, atlar.
“Hayvandır durmaz” demişken aklıma geldi; Yeşil Yol tartışmalarında bölgedeki flora ve faunaya yani bitki örtüsü ve ağaçlar ile doğal yaşamdaki hayvanlara ne olacağı sorulmuştu. Yetkililer “bitki örtüsünü koruyacağız, kesilecek ağaçları taşıyacağız” derken “Hayvanlar zaten geziyor, dolaşıyor. Burada yol gördü mü gelmez” cevabı vermişlerdi.
Evet hayvanlar gezer dolaşır, ama yerini, yurdunu, sahibini, bilir. Şırnak valisinin bir zamanlar dediği gibi silah sesi duyunca korkup uçurumdan atmaz; kendi evine, sahibine döner. Tıpkı akşam dönen keçiler gibi…
“Seferi Keçi” olacak deyince derginin adı; içimden geldiği gibi aktı Anadolu’dan…
Keçi gibi inatçı olsun dergimiz, hayır’lı olsun…
Bir cevap yazın