Doç. Dr. Hakan Çakıcı Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı ve Ege Üniv. Ziraat Fak. Bitki Besleme ABD öğretim üyesi. Kuyu Kurumadan Efes Selçuk su çalıştayına Türkiye’de tarımın durumu ve doğru tarımsal sulamanın ürün niteliğindeki rolü gibi konulardaki sunumuyla katılan Çakıcı ile su kaynaklarımızın durumunu konuştuk.
– Su krizi bakımından ne durumdayız?
Doç. Dr. Hakan Çakıcı: Kaliteli ve yeterli suya ulaşamıyoruz artık. Dünyanın her yerinde, bütün ülkelerde su potansiyelinin paylaşılmasıyla ilgili bir durum bu. Sanayiye ayrılan su, içme suyu olarak kullanılan su ve tarıma ayrılan su… Bütün dünyada da tarıma ayrılan su her zaman daha fazla. Tarımsal üretim için çok fazla su kullanıyoruz. Tarımsal üretim deyince de sadece bitkisel üretimden bahsetmiyoruz, hayvansal üretim de bu işin içerisinde. Yani ürünün yetiştirilmesinden gıda olarak hazırlanmasına kadar su kullanımı söz konusu.
Burada bölgesel dağılımlar önemli, iklim değişikliğiyle ve plansız su kullanımıyla beraber bölgesel dağılımlar değişiyor. Bu bakımdan Türkiye’nin coğrafya olarak su potansiyelinin bu yüzyılda daha gerilemiş olduğunu görüyoruz. Bunda kentleşmenin, nüfusun hızla artmasının, su kullanımının da rolü büyük. Bundan 50 sene önce tarlamızı sulamak için bir kuyu açtığımızda, diyelim ki 30-40 metrelerde su bulurken artık 300-400 metrelerde su bulmaya çalışıyoruz. Çoğunlukla bu su kaliteli de olmuyor. Kuyular derinleştikçe, derinlere gittikçe suyun kalitesi de azalıyor.
– Bölgesel dağılımların altını çizdiniz…
– Su potansiyelinden söz ederken aslında bir Havzanın potansiyelinden bahsetmek lazım. Sınırı dağlarla çevrili, dağların doruklarından çizdiğimiz bir çanak düşünelim. O çanağın içerisine düşen yağmur suyunun miktarından, nehirlerle akan, göllerden denizlere ulaşan su bir potansiyeli ifade ediyor. Ama biz bu Havzalarda öyle büyük şehirler yaratıyoruz ki inanılmaz su ihtiyacı ortaya çıkıyor. Öyle olunca komşu Havzalardan su almak zorunda kalıyoruz. İzmir’den bahsediyorsak örneğin, 150 kilometre, 200 kilometre ötelerden, Gördes Barajından su geliyor. Ya da İstanbul’a bakarsak, Kızılırmak’tan su getiriyoruz. Başka bir Havzanın suyunu alıp başka bir şehre taşımış oluyorsunuz. Oradaki su dengesini de bozuyorsunuz.
Bu da insan eliyle iklimin değişikliğine sebep oluyor. Bir Havzayı kurutuyoruz, oradaki tarımsal suyu alıp kullanıyoruz. Ya da Konya Ovası’nda çok derin kuyularla su açıyoruz. Orada taban suyunu, alttaki suyu bitirdiğimiz için çökmeler oluşmasına, obruklara sebep oluyoruz.
Havzada ne kadar su potansiyeli olduğunu dikkate alarak ve Havzanın ekoloji dengesini gözeterek bu potansiyelin sanayi, kent ve tarım arasında nasıl değerlendirileceğini düşünmek zorundayız.
– Su kaynaklarının çoğunu tarımsal üretimde kullanıyoruz sanırım…
– Esas bunun üzerinde durmamız lazım. Oda olarak bizim alanımıza giren esas tarafı da bu. Bu açıdan düşündüğümüzde Havzanın su potansiyeline göre yetiştireceğimiz ürün çeşitliliğini, ürün desenini belirlememiz lazım. Eğer orada su potansiyelimiz düşükse veya uzun dönem öngörülerimiz orada suyun azalacağını, kıtlığa erişeceğini gösteriyorsa çok su isteyen ürünleri artık ekmememiz lazım.
Ama şöyle de bir yanlış anlamaya neden olmayalım. Mesela biz gelecekte su fakiri olacak bir ülkeyiz, şu anda da suyumuz çok kısıtlı. O halde artık çok su isteyen ürünleri ekmeyelim dememek gerekiyor. Bir planlama yapmak durumundayız. Bizim hâlâ sulanabilir hale getireceğimiz, sulanmayan, kuru tarım yapılan bölgelerimiz var. Suyu kullanabiliriz ama doğru kullanmalıyız. Mesela GAP. Rakamlara bakarsak GAP’ta 1,8 milyon hektar sulanabilir arazi var ama biz 400 bin hektarını anca sulayabiliyoruz. Bu cumhuriyet tarihinin en büyük tarım projesidir. Ama sulanabilir arazinin dörtte birinden biraz fazlasını anca sulayabiliyoruz.
Sulama derken şu önemli tabii; sulayalım, sulanabilir arazileri arttıralım ama bu suyu ekonomik kullanalım. Ekonomik kullanma deyince; eskilerin vahşi sulama, karık sulama dediği sulama yönteminden basınçlı sulama sistemleri dediğimiz sulama şekline geçmek gerekli. Suyu daha tasarruflu kullanan, sulamayla beraber gübreleme de yapılabilen, o gübre girdisini de ekonomik kullanmamızı sağlayan yöntemler bunlar.
– Az sulama verimde azalmaya yol açmayacak mı?
– Az ya da çok sulamadan bahsetmiyorum, doğru sulamadan bahsediyorum. Bu toprak ve ürün kalitesi için de önemli. Sulama çok masum bir şey değil çünkü. En basitinden, her suyun içinde de tuz var sonuçta. Tuz dediğimiz erimiş mineral maddeler demek. Biz bu mineral maddeleri toprağa veriyoruz sürekli ve bu mineral maddeler toprakta kalıyor. Onun birikmesi toprakta tuzluluğa sebep oluyor. Vahşi sulamayla çok fazla su verirsek o tuzları toprakta daha fazla biriktirmiş oluyoruz. Bu da ileriki dönemlerde toprağın tuzlanmasına ve tarımda kullanılamaz hale gelmesine sebep oluyor.
– Su hem azalıyor hem kalitesi azalıyor dediniz, kastınız ne?
– Su derinleştikçe, kuyular derinlere indikçe kimi yerde deniz suyundan girişimler oluyor ya da yer altı sularının karışımları, jeotermal suların karışımları gibi şeylerin sonucunda suyun kalitesi bozuluyor. Hatırlarsınız, daha önce bir siyanür olayı olmuştu İzmir’de. O zamanlar kuraklık vardı ve kuyulara çok yüklenilmişti, derin kuyulardan siyanürlü su geliyor deniyordu. Kuyular derinleştikçe ve miktarı düştükçe suyun kalitesi bozuluyor. Daha fazla erir madde geliyor ve o erir maddeyi siz toprağa uyguluyorsunuz. Bu toprakta birikime sebep oluyor. Bir süre sonra su olduğu halde, bitkinin o suyu alamadığını görüyorsunuz. Toprak tuzlanıyor. Çok aşırı tuzlanmış yerlerde toprak yüzeyinde beyaz parıldamalar oluyor.
Bizim sulu tarım yapabileceğimiz çok alan var İzmir’de. Havza olarak şanslı coğrafyalardan birindeyiz. Yılda iki üç 2-3 ürün alabiliyoruz. Ama dediğim gibi çok fazla su ihtiyacı ortaya çıkıyor. Örneğin mısır çok fazla suya ihtiyaç duyuyor, pamuk çok fazla sulanıyor. Bunları düşündüğümüzde yine bu riskler var. Çok fazla suladığın zaman yine aynı şekilde toprağı bozma ihtimaliniz var. Fazla ürün alabiliyorsunuz ama bunun için o kadar gübre vermek gerekiyor. Fazla gübreyi de toprak emiyor. Gübrenin yanlış ve aşırı uygulanmasıyla toprağı yine tuzlandırmış oluyoruz. Fazlaca azot veriyoruz, azot kirliliğine, fosfor kirliliğine sebep olabiliyoruz. Bu da endüstriyel tarımın riskleri. Endüstriyel tarımda fazla ürün almak için fazla sulamanın yanı sıra gübre ve ilaç gibi çok fazla girdi kullanılıyor. Hibrit tohumlar kullanılıyor. Böyle bir döngüye girdiğimiz için toprağı yoruyoruz veya toprağın elden çıkmasına sebep olabiliyoruz.
– Bu döngüden nasıl çıkılabilir?
– Şu aşamada endüstriyel tarımı tamamen terk edelim, gübre kullanmayalım, ilaç kullanmayalım, sulama yapmayalım, mısır ekmeyelim diyemeyiz. Ziraat Mühendisleri Odası olarak böyle bir şeyi savunamayız çünkü sonuçta bugün kendi kendine yeten ölçekte bir tarımsal üretimi başaramadığımızı tartışıyoruz. Bu girdiler kullanılmalı ama uzmanların yönlendiriciliğinde, kontrollü koşullarda ve denetim altında. Rasgele gübre, ilaç kullanımı engellenmeli, çiftçi bu konuda kontrol altında tutulmalı.
Burada ülke çapında tarım teşkilatının rol oynaması, Tarım Bakanlığının ilçe ve illerdeki ziraat mühendislerinin sahada çalışıp bu hizmeti vermesi lazım. Bizce tarım da sağlık gibi bir kamu hizmeti. Başta böyle düşünülmüş. Devlet desteğiyle gerçekleştirilen bir kamu hizmeti olarak yürütülmüş. Biz hâlâ böyle olması gerektiğini, eğitim, denetim, uygulama, destekleme gibi aşamalarla bu hizmetin verilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Şimdi bunun çoğu ilçelerdeki tarımsal ilaç bayileri, gübre bayileri tarafından yapılıyor. Çiftçi gidiyor, ilacını, gübresini onların tavsiyesine göre alıyor. Bir hastalık varsa onlara soruyor. Bir de kendi geleneksel düşünceleri, daha önce uyguladığı, atadan dededen gördüğü şeyler var. Ama temel olarak yine bayiler çok etkili.
Biz Anadolu hikâyeleriyle, “bu toprağa bastonu eksen filizlenir, ürün alırız” düşüncesiyle, “Burası tarım coğrafyası, biz kendi kendimize yeten bir ülkeyiz” diyerek büyütülmüşüz. O durumda olmadığımızı son yıllarda herkes fark etti. 1980’li yıllardan sonra başlayan yanlış uygulamalar, kamucu politikadan uzaklaşma, sağlık gibi tarımın da kamu öncülüğünde desteklenmesi gereken stratejik bir sektör olduğunun unutulması bizi bu hallere getirdi. Düzelmez mi, düzelir. Ama mutlaka merkezi yönetimler bu konuda öncü olmak zorunda.
Mesela basınçlı sulama sistemlerine geçmek gerekir dedik ama bunların hepsi maliyet. Devletin bunu desteklemesi lazım. Bizim temel üretim kaynağımız topraksa ve bunu vahşi sulamayla kaybetme riskimiz varsa, devlet de sulama sistemlerini değiştirmesi için çiftçiye bu desteği yapmak durumunda.
– Böyle destekler var bildiğim kadarıyla, yeterli mi değil?
– Görünürde var. Ama bunları almak o kadar zor ki çoğu çiftçi bununla uğraşamıyor açıkçası. Çok zor böyle destekleri almak. Çoğu zaman bundan kaçınıyor çiftçi. Projelendirilmiş teknik bir sulama sisteminden ziyade, “boruları alırım, bilen bir kişiye serdiririm, damla sulama sistemi kurdururum”a dönüyor. Bu sefer düzgün çalışmayan sistemler ortaya çıkıyor. Suladığınızı, gübre verdiğinizi zannediyorsunuz ama aslında sistem düzgün çalışmıyor.
Bu da dediğim gibi, bir eğitim, yönlendirme, destekleme ve denetleme meselesi. Tarım teşkilatının, Tarım Bakanlığının bu işe ön ayak olması lazım. Her ilçede ilçe müdürlükleri var. Orada mühendisler, teknisyenler çalışıyor. Onlar arazide bizzat bu destekleri çiftçiye duyuracak, bu sulama sistemlerinin faydalarını anlatacak, ekonomik su ve gübre kullanmayı sağlayacak bu sistemlere geçişi sağlayacak. Bu sistemi yaygınlaştırabilirsek ancak sulanabilir tarım arazilerimizi artırabiliriz. Çünkü kullanılabilecek su belli. Biz onu bugün vahşi sulama yapan 1000 çiftçiye verebiliriz belki. Ama basınçlı sulama, damla sulama sistemi kullanan 10 bin çiftçiye verme ihtimalimiz var.
– Böylesi önlemleri almazsak nereye gidiyoruz sizce?
– Aslında herkes gittiğimiz yeri biliyor. Gelecekte yaşanacak su kıtlıkları, siyasi olarak bu yüzden çıkacak savaşlar, hep söylenen şeyler bunlar. Aslında bir ölçüde bunu yaşıyoruz şu anda. Bir savaş var, ekonomik kriz var bütün dünyada ve gıda alanında biz bunu yaşıyoruz aslında. Bütün dünya bu gıda sıkıntısını yaşıyor. Ve herkes önlemler alma çabasında.
Biz de bunu yapmak zorundayız, tarım ülkesiyiz diyorsak önlemler almak zorundayız. Bunun da kişisel çabalarla olması mümkün değil. Bunu devletin desteklemesi gerekiyor. Yerel olarak bununla baş etmek çok zor. Belediyelerimizin, Büyükşehir Belediyelerimizin tarım daireleri var, onların çabaları çok önemli ama mevcut bütçeleriyle, mevcut yetkileriyle ne kadar yapabilirler… Bunu hükümet yapmak zorunda. Başka çaresi yok.
Yine başa döneyim. Tarım bir kamu işidir. Stratejik bir alandır. Özel sektöre, serbest piyasaya bırakılmamalıdır. Devlet burada yönlendirici olmak zorunda.
Bir cevap yazın