Sürdürülebilirlik: Gerçek dönüşüm mü, bir pazarlama oyunu mu?

Son yıllarda “sürdürülebilirlik” kavramı her yerde: Büyük markaların reklam kampanyalarında, ürün ambalajlarında, şirketlerin yıllık raporlarında… Google’da “sürdürülebilirlik” kelimesini arattığımızda, karşımıza ilk çıkanlar büyük şirketlerin çevre dostu olduklarını iddia eden projeleri oluyor.  Peki tüm bu kampanyalar dünyayı daha yaşanabilir kılmaya mı hizmet ediyor, yoksa statükoyu koruyarak kazancı çoğaltmanın yeni yolu mu? Gerçekten dünya daha sürdürülebilir bir yer mi oluyor, yoksa bu sadece modern kapitalizmin akıllıca kurgulanmış bir pazarlama stratejisi mi?

Bu yazıda, sürdürülebilirlik kavramının içinin nasıl boşaltıldığını, şirketlerin yeşil aklama (greenwashing) stratejilerini, sektörler üzerinden bazı çarpıcı örnekleri ve gerçekten sürdürülebilir bir yaşam için neler yapılabileceğini kısaca ele alacağız.

Sürdürülebilirlik: Bir Zorunluluk mu, Moda mı?

Sürdürülebilirlik, 1987’de Birleşmiş Milletler’in Brundtland Raporu’nda “gelecek nesillerin ihtiyaçlarını tehlikeye atmadan, bugünün ihtiyaçlarını karşılamak” olarak tanımlandı. Yani basitçe, doğayı ve kaynakları tüketmeden, dengeyi koruyarak yaşamak. Ancak, bu kavram günümüzde çoğu zaman sadece bir trend olarak karşımıza çıkıyor.

Büyük şirketler, sürdürülebilirliği gerçekten benimsemek yerine, onu bir pazarlama aracına dönüştürüyor. Çevreci ambalajlar, “yeşil” etiketler, organik veya geri dönüştürülmüş malzemeler gibi küçük değişikliklerle çevreye duyarlı olduklarını iddia ediyorlar. Ancak bu yüzeysel değişiklikler, üretim süreçlerinde veya tüketim alışkanlıklarında gerçek bir dönüşüm yaratmıyor. İşte burada devreye yeşil aklama giriyor.

 

Yeşil Aklama: Şirketlerin Çevreci Maskesi

Yeşil aklama, bir şirketin veya markanın gerçekte çevresel etkisini değiştirmeden, sadece pazarlama iletişimiyle çevreci bir imaj yaratması anlamına geliyor. Yani, sorunları çözmek yerine, onları örtbas eden bir strateji. Örneğin, Coca-Cola ve Nestlé gibi markalar, geri dönüşüm projeleriyle çevreci görünmeye çalışıyor. Plastik geri dönüşüm projeleri ve “World Without Waste” (Atıksız Dünya) girişimi kapsamında 2030’a kadar ürettikleri tüm şişelerin geri dönüştürülebilir olmasını hedefliyor. Oysa Break Free From Plastic(1) raporuna göre bu şirketler, dünyadaki en büyük plastik kirliliği kaynakları arasında. Coca-Cola, her yıl 3 milyon ton plastik ambalaj üreterek dünyadaki en büyük plastik kirliliği kaynaklarından biri olmaya devam ediyor. Nestlé ise su kaynaklarını aşırı tüketmekle ve plastik atıklarla ilgili tartışmaların merkezinde bulunuyor. Yani, plastiği geri dönüştürmek için büyük kampanyalar yaparken, aynı anda daha fazla plastik üretmeye devam ediyorlar.

Yine hızlı moda devleri, “çevre dostu koleksiyonlar” çıkararak yeşil bir imaj oluşturuyor.

Örneğin H&M ve diğer hızlı moda devleri, “sürdürülebilir koleksiyonlar” sunarak çevre bilincine sahip tüketicileri cezbetmeye çalışıyor. “Conscious Collection” gibi sürdürülebilir koleksiyonlar sunuyor. Ancak bu koleksiyonlar, devasa üretim hacminin yalnızca %1’ini oluştururken, aynı markalar hızla değişen trendlere uyum sağlamak adına sürekli yeni ürünleri piyasaya sürmeye devam ediyor. Gerçek şu ki, bu markalar milyonlarca kıyafet üretmeye ve tüketimi körüklemeye devam ediyor. Sürdürülebilirliğin en önemli bileşeni tüketimi azaltmak iken, markalar bunun tam tersini yapıyor.

Öte yanda büyük petrol ve enerji şirketleri, karbon salımlarını dengelemek için ağaç dikme projelerine yatırım yapıyor. Ancak bu esnada fosil yakıt üretimini artırarak çevresel tahribatı büyütmeye devam ediyorlar. BP ve Shell gibi enerji devleri, yenilenebilir enerjiye yatırım yaptıklarını iddia ederken, yatırımlarının %96’sını fosil yakıtlara ayırmaya devam ediyorlar. Karbon dengeleme projeleriyle tüketici algısını yönlendirirken, çevre üzerindeki tahribatlarını sürdürmekten çekinmiyorlar. Karbon yakalama projeleri henüz büyük ölçekte etkili değil ve aklı başında herkes bunun bir “oyalama taktiği” olduğunu görüyor. Brezilya, Nijerya gibi ülkelerde bu şirketlerin çevre felaketlerine yol açan faaliyetleriyle ilgili pek çok dava bulunuyor.

Sektörel Uygulamalar: Gerçek mi, Gösteriş mi?

Dünya genelinde her yıl yaklaşık 92 milyon ton tekstil atığı üretiliyor. Bu atıkların büyük çoğunluğu hızlı moda sektörünün devasa üretim hacmiyle bağlantılı. Markalar “sürdürülebilir koleksiyonlar” sunarak doğa dostu görünmeye çalışıyor ama üretim süreçlerini radikal biçimde değiştirmiyorlar.

Diğer büyük kirleticilerden deterjan markaları, “bitkisel bazlı” veya “organik” içerikler kullanarak çevreci bir imaj yaratıyor. Ancak birçok ürün hâlâ SLS, fosfatlar, sentetik parfümler gibi doğaya zararlı kimyasallar içeriyor. Dahası, geri dönüştürülmüş plastik ambalajlar kullanarak çevreye duyarlılık mesajı verseler de piyasaya sürülen toplam plastik miktarı değişmiyor. Deterjan devlerinin raflara bitkisel içerikli temizleyiciler iliştirmesi de aslında insanı, doğayı, çevreyi tehdit eden, yok sayan bir üretimi ne kadar da benimsediklerinin başka bir ifadesi/görüntüsü. Çünkü hemen yan rafta yine aynı markanın içine bir yığın kimyasal boca edilmiş ürünleri var.

Boya üreticileri, doğa dostu ürünler sunduklarını iddia etse de “çevre dostu” diye etiketledikleri birçok ürün hâlâ çevreye ve insan sağlığına zarar veren kimyasallar içeriyor. Boyaların üretiminde ve kullanımında kullanılan kimyasal maddeler, özellikle uçucu organik bileşikler (VOC), hava kirliliğine ve insan sağlığına zarar verebiliyor. Boya atıkları uygun şekilde bertaraf edilmediği için toprak ve su kirliliğine yol açıyor. Ambalajların yeşil renkte olması veya etiketlerde doğa figürleri kullanılması, gerçekten sürdürülebilir bir üretim yapıldığı anlamına gelmiyor.

Sürdürülebilirlik için gerçekten ne yapabiliriz?

Sürdürülebilirlik üzerinden değişimi destekleyecek adımları atarken hem bireysel hem de toplumsal düzeyde hareket etmek gerekiyor.

Büyük firmalar, sürdürülebilirlik iddialarını pazarlama aracı olarak kullanırken, üretim büyümelerinde ciddi değişikliklerden kaçınıyorlar. “Çevre dostu” etiketleri, “geri dönüştürülebilir” ambalajları veya “sürdürülebilir koleksiyonlar” gibi ifadeleri, çoğu zaman yalnızca birer ticaret stratejisi. Bu tür iddiaların sorgulanması ve büyük endüstri devlerinin iki yüzlü görüntülerini teşhir etmek gerçek sürdürülebilirliğin sağlanması yolunda önemli adımlar olabilir. Tüketiciler olarak önümüze sürülen ürünlerle ilgili daha fazla bilgi talep etmek, bu tür konuların gündeminde tutulması, büyük kirleticileri politikalarını gerçekten değiştirmeye zorlayabilir.

Çevre mücadelesi veren sivil toplum kuruluşlarını ve girişimlerini desteklemek

Elbette ki bu zorlama, ancak toplumsal baskıyla ve hareketle mümkün olabilir. Çevre konusunda çalışan sivil toplum kuruluşları, doğanın korunması, atık yönetimi, ileri dönüşüm, ekolojik tarım ve karbon salınımının azaltılması gibi birçok alanda mücadele veriyor. Bu hareketleri takip etmek, gönüllülerin desteklenmesini sağlamak veya onların savunduğu politikaları yaygınlaştırmak, daha geniş bir yelpazede bir etkileşim için harekete geçmek sürdürülebilirliğin de gerçek anlamda içini dolduracak bir faaliyeti örmeyi mümkün kılabilir.

Küçük üreticiler ve kooperatifleri desteklemek

Endüstriyel üretim, genellikle tüketim ve pazarlama üzerine kuruludur. Oysa küçük üreticiler, yerelde yapılan temiz tarım uygulamaları, el yapımı ve doğaya uygun ürünler, sürdürülebilirlik için gerçek anlamda alternatifler sunuyor. Kooperatifler ve yerel yönetimler, çevreyi koruyarak üretim yaparken, aynı zamanda ekonomik olarak da adil bir model oluştururlar. Yerel ve etik üretime verilen destek, karbon ayak izini azaltmanın yanı sıra bu grupların/toplulukların ekonomik bağımsızlığını güçlendirmeye de yardımcı olur. Endüstriyel sistemin yarattığı tüketim baskısına karşı, dayanıklı ve uzun ömürlü ürünlere yönelerek ve ihtiyaç kadar tüketerek bu işletmenin bir parçası olabiliriz.

Bireysel olarak uyanmanın yanı sıra, sürdürülebilirlik konusunda aktif bir değişim yaratmak için hem sistemleri sorgulamak hem de gerçek çözümleri birleştirme alternatiflerine yönelmek gerekiyor. Gerçek sürdürülebilirlik, sadece daha az tüketmek değil, doğru üretim ve adil paylaşım modellerini teşvik etmekle mümkün.