Depremin ağırlığını da en çok kadınlar yaşıyor. Özellikle çocuklu olanlar. Hem onların gelecekleri için tasalanıyorlar hem de hayata yeniden nasıl bağlanacaklarının kaygısını, kuracakları yeni yaşamın ağırlığını taşıyorlar.
Bugün otuz sekiz gün oldu… Hâlâ o kadar taze, hâlâ o kadar diri… Her ne kadar seçim gündemi gölgeliyormuş gibi görünse de nereye baksak depremde yakınlarını, kardeşini, çocuğunu, evini barkını kaybetmiş insanlar, nereye uzansak depremden etkilenen, ülkenin dört bir yanına dağılmış aileler… Adeta savaş sonrası yurdunu terk etmek zorunda kalmışlar, bir yerlere sığınmış, savrulmuşlar. Hepsinin yüzünde bir eksiklik, bir hüzün hali… Dile kolay, artlarında akraba, tanıdık binlerce ölüm bırakarak yaslarıyla sürüklenmişler Türkiye’nin dört bir yanına. Yaşadıkları o felaketin üzerine bir de bu eklenince… Hani dokunsan ağlayacak diyoruz ya, dokunmadan ağlıyorlar. Ağırlığı da etkisi de yıllarca hikâyelerini duyduğumuz 17 Ağustos depreminden kat kat fazla. Hep birlikte gördük ki ‘Türkiye bir deprem ülkesidir’ belirlemesi, 17 Ağustos depreminin yaşattıkları havada asılı kalmış, şimdi artık bir de 6 Şubat Maraş depremi var…
Seferihisar’a deprem bölgesinden yaklaşık 1500 insanın geldiği söyleniyor. Sonra başka yerlere geçenler, geri dönenler oldu. Kalanları ise bir bölümü geçici olarak yakınlarının yanına yerleşmiş. İlçedeki sivil toplum örgütlerinin ya da Belediye’nin yardımlarıyla ev bulanlar da var. Ama çoğu otellere, yurtlara dağılmış durumda.
Seferihisar’ın Akarca Mahallesinde Teos Ormancı Tatil Köyü’ne de yaklaşık bir aydır çoluk çocuk yüze yakın insan yerleşmiş. Nisan başına kadar burada konaklayacaklar, sonrası çok belli değil. Kadınlarla bir araya geldik, dertleşip söyleştik, yer yer gözyaşlarımızı tutamadık.
Kızgınlar, dağılmışlar kendi deyimleriyle bomboşlar… Elif Elbistan’dan gelmiş kucağında 3 çocuğuyla, ne zaman görsem eli çenesinde uzaklara dalmış… “Bunlar çok hareketliler zaten, depremden sonra daha da…” Deprem sırasında kıpırdayamamışlar bile, öyle kapanmışlar çocukların üstüne. “İlk sarsıntıdan sonra zor attık kendimizi dışarı. Hatta biri içeride kaldı, koştum geri aldım onu da…” Öyle bütün konuşamıyor. Azar azar, uzaklara dala dala… “Çalışıyor muydun?” diyorum, “bunlarla mı?” diyor yüzünde minik bir gülümsemeyle…
Çocuklarının en büyüğü beş buçuk yaşında. Sandalyenin üzerinde bağırıyor aniden, “Anne deprem oldu”. “Hayır oğlum, biri sandalyeye çarptı geçerken” diyor annesi şefkatle dokunarak. Israr ediyor deprem diye, zar zor annesinin dediklerine ikna oluyor ya da öyle görünüyor.
Filiz’e dönüyorum. “Sağlık yönünden iyiyim. Ama kafa olarak iyi değiliz.” diyor. “Travma yaşıyoruz sabah ayrı, akşam ayrı.”
“İnan burada, birlikte kaldığımız insanlarla çok güzel bir ilişkimiz oldu. Bazen sohbete dalınca bazı şeyleri düşünmeyi unutuyoruz, düşünmüyoruz. Ama sabah bir bakıyorsun, birbirimizin gözlerine bakarken aklımıza geliyor, öylece ağlıyoruz. Atlatamadık, atlatılmaz ki… Ne o felaketi ne de kayıplarımızı… İlk defa böyle bir şey yaşıyoruz. Tamam deprem bölgesindeyiz, Türkiye deprem bölgesinde. Her zaman sallanabiliyoruz. Onları atlatıyorduk ama bu başka bir şey… Ne insan bıraktı ne ev. Ne de bizi ruhen sağlam bıraktı. Düşünmemeye çalışıyorum ama olmuyor”.
Filiz dağ gibi bir kadın, konakladıkları yerde herkesin annesi gibi. Öyle kuvvetli öyle güven veriyor insana. Yaşadıkları onun da çakır gözlerini bükmüş, her an nemli. Depremin ardından önce İskenderun’a geçmişler, bir hafta sağlam bir yazlıkta kalabalık şekilde kaldıktan sonra buraya gelmişler. O hafta en çok zorlandığı şey çocukların durumu olmuş, onları yatıştırmak… Bir de yalnız hissetmek. “Tüm Türkiye biliyor, dünya biliyor ki kimse gelmedi, günlerce bir başımızaydık. Arkadaşlarımız vardı enkazda, akrabalarımız binalarda, göçük altındaydı ama ilk üç gün kimse yoktu.”
“Ekmek bulmak, su bulmak çok zordu. Hiç kimse evine giremiyordu zaten. Biz sağ kalanlar kendimizden çok enkaz altındakileri düşünüyorduk. Yıkıntının önünden geçiyoruz, kimse yok gibi. Ama altında insan var biliyorsun. Yardım yok. Ne AFAD ne de Kızılay, ilk üç gün hiç kimse yoktu. Can kaybı ondan dolayı çok daha fazla oldu belki de.”
İlk yardıma gelenler Belediyeler olmuş. “Mesela” diyorlar “sizin Belediye, İzmir, ilk gördüklerimizden biri oydu.
Behiye söze katılıyor; “İstedikleri kadar desinler, deprem her yerde oldu, her yeri aynı anda etkiledi diye. Bu devletin ortada olmamasına bahane olamaz. On bir ilin tamamı aynı şekilde yıkılmadı neticede. En kötü durumda olanlar Maraş ve Hatay’dı. Ben Hatay’dan geldim. Ben, eşim ve çocuklarım sağlıklı çıktık. Yakınlarım, arkadaşlarım kaldı enkaz altında. Arkadaşımı çocuklarıyla kaybettim enkazda, çıkamadılar. Bir hafta sonra ulaşıldı naaşlarına. Hep şunu düşünüyorum. Acaba diyorum, iki üç gün boyunca sağ mıydılar enkazın altında? Çocukları da var. Acaba kaç gün sonra… Ne kadar nefes aldılar? Nasıl bir yere sıkıştılar? Nasıl bir durumdaydılar…
“Bunun düşüncesi o kadar kötü ki. Dayım, kuzenim, yengem… Acaba diyorum, ne kadar yaşadılar, çok acı çektiler mi?” diye ekliyor Filiz de.
Derya var bir de. Gözünün kıyısında hep bir gözyaşı, daha konuşmadan, öyle size bakarken akıveriyor. Yirmi yedi yaşında, Antakya’dan gelmiş, kuaförmüş. Üç çocuğu var, kızlar ikiz… Derin, sürekli annesinin eteklerinde. “Sana çok düşkün” diyorum. “Yok abla, dolabın altında kaldı ikinci sarsıntıda. Önce yatağı sonra dolabı kaldırdım çıkarayım diye… Ondan uzak kalamıyor benden, korkuyor aslında…”
Derya kurtulabilmiş çocuklarıyla, ama ya şahit oldukları… “Aşağı indik. Bütün evler yıkılmıştı. Annemin evi dört katlıydı, üç katı toprağın içine girdi. Komşumuzun gelini ölmüştü mesela. Enkaz altında ses verdi önce. İki üç saat sonra ölmüş. Hamileydi… Çıkarttıklarında anlaşıldı ki bebeğini doğurmuş. Enkaz altında çocuğuyla birlikte vefat etmiş. Öyle çıkardılar. Onun etkisi altında çok kaldım…”
Çocukların durumu nasıl diye soruyorum. “Derin her şeye ağlıyor” diyor… “Çünkü o gerçekten çok sarsıldı depremde. En çok etkilenen oydu bizde. Yatağın arasına düşmesi, dolabın altında kalması ve bizim onu hemen bulamamamız. Gökyüzündeki o ışık…
Bir şey söylediğimde ağlıyor. En ufak bir şeye ağlıyor. Hep el parmaklarıyla kendini avutuyor, parmaklarını ovuyor. İnşallah düzelir zamanla.”
Altıncı gün çocuklarla yola koyulmuşlar. “Çocuklarım perişan oldu o yağmurda” diyor. İzmir’de yaşayan bir arkadaşının aracılığıyla önce İzmir’e sonra Seferihisar’a ulaşabilmişler. Bindiği otobüsün şoförü sözde beş para almadan getirecekmiş, öyle demiş. İndiğinde önünü kesip para istemiş. Verdiği parayı umursamıyor da onca can pazarı varken adamın bunu düşünmesine şaşıyor.
Hatay bir deprem bölgesi, acaba böyle büyük bir deprem olabileceğini düşünüyorlar mıydı? Aklıma bu soru takılıyor. “Deprem bölgesinde yaşadığımızı biliyorduk tabii.” diyor Filiz. “Ama ben buna deprem demiyorum. Biz sallanmadık, bir kavanozun içine leblebi koyun ve onu çalkalayın. Biz onu yaşadık.”
Ayşe Abla (küçük büyük hepsi öyle sesleniyorlar) Elif’in annesi, 67 yaşında. Yüzünde Anadolu kadınına has bir bilgelik, olgunluk… Elini değdirdiği şey ışıyor, öyle marifetli, öyle görmüş geçirmiş bir kadın. Pazarcık’a dönmek istiyor. Evi harap olmuş, zor atmış kendini dışarıya. Eşi memlekette, çadırda kalıyormuş. Gülhan da kız kardeşi, o da Elbistan’dan gelmiş eşi ve oğluyla. “Bir hafta sonra geldik. Elbistan’da hep karın altında dışarıda bekledik, buzun üstünde. Kar üstümüze yağıyordu. Benim tek isteğim ayaklarımı ısıtmaktı. Islaktı ayakkabılarım. Buz tuttu ayaklarım, dondu. Tek isteğim bir ayakkabı olsaydı da giyseydim. Ora çok soğuk, Elbistan… Ateş yakıyorlardı, odun yok. Önümüzü ateşe veriyoruz arkamız üşüyor. Üstümüz pis, çamur, su, kar… Oralarda öyle bir hafta geçirdik.”
Filiz “Şehrin içinde, göbeğinde askerimiz var. Benim üç oğlum var, üçü de askere gitti. Biz niye askere yolluyoruz çocuklarımızı? Madem sen devlet olarak o an bir şey yapamıyorsun asker girebilirdi. Şehrin içinde üç ayrı noktada müdahale edecek asker var. Bu kadar canın yarısı, belki de yarısından fazlası kurtulabilirdi daha erken müdahale edilebilseydi. Taze tazeyken her şey.”
Bundan sonra yaşamlarına nasıl devam etmek istediklerini merak ediyorum. Hemen hepsi memleketlerine geri dönmek istiyor, yurtlarına… Derya oyunu memleketinde, Antakya’da kullanmak istiyor. Orada hasarsız bir yapı da bulmuşlar. “Döneceğiz” diyor, “Mecbur geri döneceğiz. Benim eşim orada, işimiz orada. Göreceğiz bakalım nasıl olacak?”
Kendi evi hasarlıymış. Daha yeni bitirmişler oysa. “Evim sekiz aylıktı, on yıldır o evi bitirmeye çalışıyorduk. Çalışarak, altın günlerinde biriktirdiklerimle o evi inşa ettik. Bir ay sıvasını yapardık bir ay tesisatını… Biriktirerek, artırarak, kendi çabalarımızla bir ev sahibi olmuşken şimdi yerle bir olduk.”
“Öyle çıktığımız gibi geldik buralara. Belediye’den giyindik, toplanan yardımlardan biraz kıyafet aldık. Sağ olsunlar. Kendimiz de bir şeyler aldık. Şimdi bütün varımız yoğumuz bu. Döneceğiz, belki hasarlı diye evinden bir şey çıkartamazsın diyecekler. Sıfırdan başlayacağız her şeye. Ama döneceğim, oyumu da orada kullanmak istiyorum. Hatay’ın da bir sandığı olsun istiyorum. Neden herkesin ikametgâhını değiştirmesini istiyorlar? Orada da kurabilirler sandıkları. Madem insanlara yardım etmek istiyorlar, onları oy kullanmaları için memleketlerine yollayabilir, gerekirse geri getirir. Bu imkâna sahip değil mi devletimiz?”
Filiz de bir an önce memleketine dönmek istiyor. “Ama başımızı sokacak bir eve ihtiyacım var. Ve şu an İskenderun’da ev bulamıyorum. Kimse bulamıyor. Herkes birbirine sığınmış durumda. Var olan evlerin hepsi dolu. Bir de kiraları artırmışlar. Ne yapıyorsun sen? Bu insanlar bu kirayı nasıl verecek? Neresinden verecek? İnsanlar üstlerindeki pijamalarla döküldü sokağa. Sen nasıl bu kadar kirayı talep edebiliyorsun?”
Behiye yüzü en ışıltılı, en umutlu olanlardan… İki çocuğu var. Kederli ama koyvermiyor. “Orada işim gücüm vardı, iyiydi de. Şu an evim yok, hasar görmüş durumda. Eşyalar evde. İzin verirler mi ki girmemize, girip bir şeyler almamıza? Ne alabileceğim? Belki de izin vermeyecekler girmemize. Eşya yok… Ev yok, iş yok…” Ardı ardına sorular ve yokluklar dökülse de ağzından, umutsuz değil. Dönecekler ve yeniden başlayacaklar.
Gülhan’a soruyorum ne düşündüğünü, ne yapacaklarını. “Döneceğiz. Çadırlarda kalsak da döneriz. Yaz geliyor zaten, idare ederiz. Bir yardım olsa…. Hiçbir şeyimiz kalmadı. Kendi adıma, yerimiz yok. Kiradaydım zaten şimdi başımı sokacak bir evim yok…”
Filiz şimdi hissettiklerini en iyi ifade eden sözcüğün “boşluk” olduğunu söylüyor. “Boşluk, boşluk. Sanki öyle bir boşluk ki hiç dolmayacak, kimse kaldırmayacakmış gibi. Ben öyle hissediyorum.”
“Hayatımızda ölen insanlar, akrabalarımız, çocuklarımız bir daha olmayacak. Biz doğduğumuz, büyüdüğümüz, atalarımızın yaşadığı şehri bir daha göremeyeceğiz. Hatay belki yenilenecek. Ama bir daha bu insanlar bir araya gelecek mi? Ya da gömdüklerimizi geri getirebilecek miyiz? Bize ev yapıyorlarmış Amanos Dağları’nda. Yapsınlar, gidip de kendileri otursunlar. Biz oturmayacağız, biz evimizin yerini bırakmayacağız.”
Derya başka bir duygusunu dillendiriyor peşi sıra. “İnsanların bazen bize zavallı gibi bakması beni çok etkiliyor. Bizim de düne kadar düzgün bir hayatımız, işimiz gücümüz vardı, sorumluluklarımız vardı. Seferihisar’da nereye gidersem gideyim depremzede olduğumu söylemiyorum. Çünkü karşımdakinin bana acımasını istemiyorum. Düne kadar onlar gibi çalışan insanlardık ve çok mutluyduk. Evimin oradaki, sokağımdaki anılarımı silemem. Çünkü çok güzel anılarımız vardı.”
Bu yara nasıl sarılır derken söz dayanışmaya geliyor. Behiye, “Birden çok güzel bir dayanışma ortaya çıktı. Aslında kimse kimseden ayrı değil onu anladık. Herkesin her şeyi birbirini etkiliyor. Bence toplum bunu daha iyi gördü, öyle düşünüyorum. Birimizi etkileyen bütün herkesi etkiliyor günün sonunda. İyi yönden baktığımızda güzel bir dayanışma da ortaya çıktı. Çok iyi insanlarla karşılaştık. Hayatımızı kolaylaştıracak insanlarla da karşılaştık. Bu da umudu seçmemizi kolaylaştırdı. Devletten doğru düzgün bir destek henüz görmediysek de insanlardan destek gördük.” diyor.
Derya: “Dışarıdan gelen adamlar bile oturdu ağladı.” diye ekliyor. “Yabancı ekipler. Herkes yolladı yabancı ekibini. Kıbrıs’tan geleni, Romanya’dan geleni gördüm… Kurtardığı annesiz kalmış bebeği kucağına alıp ağladı. Bebek annesiz, kimsesiz. Adam bir söz söyleyemedi, kendini ifade edemedi bile, öyle ağladı.”
Ayşe abla çocuklarını, torunlarını düşünüyor daha fazla. “Ben döneceğim” diyor. “Kızım biraz daha üç çocuğuyla burada kalacak, onu düşünüyorum.”
Depremin ağırlığını da en çok kadınlar yaşıyor. Özellikle çocuklu olanlar. Hem onların gelecekleri için tasalanıyorlar hem de hayata yeniden nasıl bağlanacaklarının kaygısını, kuracakları yeni yaşamın ağırlığını taşıyorlar. Bazı çocuklar okula kayıt yaptırmış, kimisinin okulu zorunlu olarak askıya alınmış. Okula gidenler de kendi imkânlarıyla, minibüsle okula gidip geliyorlar.
Ama çocuklar işte. Salonun ortasında koşuşturuyorlar, oynamaya devam ediyorlar. Bu hallerini görünce yaşadıklarının farkında değiller sanıyorsunuz. Bir an acaba unutmuşlar mı, onarmışlar mı kendilerini diyorsunuz. Ama hayır, derinlerde bir yerde o korku, o çaresizlik sinmiş içlerine. Kendilerine destek için gelen bir öğretmenin etkinliğinde “gözlerimi kapamasam olur mu, deprem geliyor aklıma” deyiverince Gülce, çoluk çocuk hepsinin aynı durumda olduğunu anlıyorsunuz.
Kadınların beklentisi aynı… Başlarını sokacakları bir ev, geçimlerini sağlayabilecekleri bir iş. İki hafta daha kaldıkları otelde konaklayacaklar. “Devletin bize yapacağı yardımlar varsa onları talep ediyoruz. Aç değiliz, açıkta değiliz. Ama bundan sonra ne olacak? Onu bilmiyoruz… Önümüz koca bir boşluk” diyorlar ve destek bekliyorlar.
Bir cevap yazın