Gülden Karabudak Bergamalı. Çocukluğu ve gençliği Kozak Yaylasında, fıstık çamları arasında geçmiş. Uluslararası ilişkiler uzmanı olarak çalıştığı uzun yılların ardından, orman onu yeniden çağırmış, köyüne dönmüş. Ormanın kendisi üzerindeki sağaltıcı etkisini fark etmesi, onu bu etkiyi paylaşmak için daha bilinçli arayışlara yöneltmiş. Ekopsikoloji ve ekoterapi alanına eğilmiş. Aldığı eğitimler sonucunda Türkiye’nin ilk orman terapi rehberi olmuş. Gülden Karabudak’la onun hayatını bu denli etkileyen Kozak ormanlarını, bunun değerini ve dünden bugüne karşı karşıya olduğu tehditleri konuştuk.
– Baha Okar: Bir türlü kopamamışsınız ormandan. Yıllar süren beyaz yakalı deneyiminizden sonra sizi yeniden köyünüze ve orman terapisi gibi bir alana eğilmeye yönelten Kozak’la olan bağlarınız mı oldu?
– Gülden Karabudak: Kesinlikle. Köyüme döneli on yıl oldu. Ama esas yönelişim bir mücadele ihtiyacından doğdu. Neredeyse yirmi yıllık bir mücadele bu. Bizim yöremiz yani Kozak bölgesi, 16 bin hektar fıstık çamıyla kaplı muhteşem bir diyar. Ayvalık-Bergama arası bir üçgen. Üçgenin bir ucunda biz varız. Madra’nın eteklerinde kocaman bir yayla. Yaylada 16 köyümüz Bergama’ya ve bir köyümüz de Balıkesir’e bağlı. Bu 17 köyün kendine göre bir özelliği var. Bu memleket yıllardır sadece tüm Türkiye’ye değil, yurtdışına gönderilen gerçekten çok değerli bir ürünü üretiyor, çam fıstığı. Dolmalarda, pilavlarda kullandığımız bu ürünü biz üretiyoruz aslında. Türkiye’de üretilen çam fıstığının yüzde seksenine yakını.
Ama maalesef son 10-15 yıldır çok ciddi bir sıkıntı var. Sanki aniden bir şey oldu ve bütün ürünlerin verimi bir anda düştü. 2009’dan bugünlere yüzde doksan verim kaybına uğradık. 2006 yılında bölgemizde bir anda bir madencilik telaffuz edilmeye başlandı ve bu herkeste müthiş bir travma yarattı. Bölgemiz zaten hem ekonomik hem de ekolojik açıdan yeteri kadar zengin bir bölge iken altın madenciliği başladı. Taş ocakçılığı, yani granit madenciliği zaten vardı. Altın madenciliği de üstüne eklenince bir anda “ne oluyoruz” dedik.
Bu soru işaretleri beni de kişisel olarak çok ciddi bir kaygı ve araştırma içine itti. Bölge halkı olarak 2006’dan sonra üniversiteler, STK’lar ve çeşitli kurumlarla bir arada bir şeyler yapmaya çalıştık. Müthiş bir mücadele oldu. Bu bence bir kavga değil, derdini anlatma mücadelesiydi. İnsanlar buna ilk aşamada önyargılı yaklaşıyor maalesef. “Siz her şeye karşı çıkıyorsunuz?” yaklaşımı en huzursuz olduğum nokta oldu. Oysa ortada her yönü ile çok açık bir durum var. Ekoloji diyorsan zaten ekolojiye çok büyük darbe vuruyorsun. Ekonomi diyorsan ekonomimize de darbe vuruyorsun.
O dönemde biz şunu öne çıkarmıştık. Bir yörede eğer yörenin üstündeki değerler, altındaki değerlerden fazla ise madencilik olmaz ve bu madencilik etiğine terstir. Orada madencilik yapamazsınız. Çünkü toprağın üstündeki değerler size yeterince katkıda bulunuyor. Bu başlıkta benim çalıştığım konular ve hazırladığım raporlar var. Bu çalışmaları Çanakkale Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden bir hocamız onaylamıştı. Sonuç olarak; bu yöre ekolojik anlamda çok büyük bir değer. Kaz Dağları’ndan hemen sonra geliyor. Kuzey Ege’nin akciğeri… Her şeyiyle peyzaj zengini. İnanılmaz doğa harikası bir bölge. Ve burada maden faaliyeti yapmak ekolojik olarak cinayettir, ekonomik olarak ise bölge halkının çıkarları bakımından gereksizdir.
Ama birileri birden çıkıp diyor ki biz burada altın bulduk ve madencilik yapacağız. Biz buraya dair kaygı duyan bir sürü insanla çalıştık ve birlikte bir bilanço hazırladık. Ortaya çıkan sonuç şuydu: Bölgede üretilen ekonomik değerler, “biz size şunu getireceğiz” dediklerinin katbekat üstündeydi ve biz o değeri zaten üretiyorduk.
Kozak Yaylası, ekonomik ve ekolojik olarak bizim için çok büyük bir değer ve bizim bunu her alanda anlatmamız gerekiyordu. Ancak engelleyemedik, madencilik başladı ve maalesef biz 2009 itibariyle bunun sonuçlarını görmeye başladık. O muhteşem ağaçlarımızın çok büyük bir kısmı verim kaybına uğradı. Yüzde doksan verim kaybı var ve yaylamızdaki 17 köy ciddi bir sorun yaşıyor. Çünkü en önemli değerini büyük oranda kaybetti.
– Verim düşüşünde madencilik faaliyetinin nasıl bir etkisi var, bunu ölçümleyebildiniz mi?
– Esas etkenin bu olduğu kesin ama net olarak sebebi tam budur diyemiyoruz. Eldeki veriler yeterli değil maalesef. Çok fazla etken var ve ciddi bir araştırma gerekiyor. Ama bu tarz konularda araştırmalara gereken bütçeler sağlanmıyor. Çeşitli engellemelerle karşılaşıyor. Tek etken maden değil. Yörenin yakınında Soma Termik Santrali var. Diğer yanda Aliağa bölgesi var. Küresel ısınma gibi etkenlerden de söz edilebilir. Bu değişimlerin de etkisiyle ağaçlarda hastalıklar başladı. Tüm bu etkenlerin incelenmesi, altın madenciliğin buradaki rolünün daha net tespit edilmesi gerekiyor. Sonuçta maden alanı bize kuş uçuşu beş kilometre mesafede. Alandaki siyanür havuzunun, oradan buharlaşan ve ormanın üzerine yağan maddelerin alakalı olduğunu düşünüyoruz. Bunun aksini kim iddia edebilir ki? Kimse edemez. Mümkün değil etkilememesi.
Ağır metaller bir anda yeryüzüne çıktığında oksitlenmelerle, yağmurla ve diğer etkenlerle birdenbire yöreyi etkiler hale geliyor. Onu da geçtim. Kamyonlarla taşıyorsunuz. Kamyonlarla geçilen her güzergâhta o ağır materyaller bir şekilde toz olarak dağılıyor etrafa.
Bütün bunları konuştuk, çeşitli platformlarda anlattık. Maalesef neredeyse herkes gözünü kapatıyor ve diyor ki “ekonomi” ye katkısı var. Oysa hazırlanan raporlar, Kozak bölgesinin doğal koşullarında kalmasının ekonomiye daha çok katkısının olduğunu gösteriyor. Madencilik gelirleri konusunda beyan edilen rakamın çok üstünde bir gelir üretiyorduk. İstihdam sağlamak konusunda da daha iyi durumdaydık. Ağırlık Bergama’dan olmak üzere dışarıdan çok sayıda kişi çam fıstığı toplamak için köylerimize çalışmaya geliyordu. Şimdi yöremizde madenlerde çalışan kişi çok az. Bunun tersi bir reklam yapıyorlar. Yani bütün yöreye iş imkânı sağlanmış gibi gösteriyorlar. Bu duruma karşı olan bizleri de suçlu gibi gösteriyorlar. Onları üç beş kişinin ya da bir şirketin cebine girecek para ilgilendiriyor. Ama biz burada on bin kişi yaşıyoruz. Çam fıstığı gelirleri on bin kişinin cebine çok ölçülü ve dengeli giren bir gelirdi. Madencilikle birlikte bu gelir azaldı.
Bu arada sadece altın madenciliği değil taş ocakları da çok arttı. Yöre artık kaldıramıyor bunu. Yörenin bir kapasitesi var ve daha fazla kaldıramıyor. Bunların ölçülüp biçilmesi ve bölgenin ihtiyaçlarına göre bir planlama lazım. Masa başından olmaz. Bu şekilde ne ülke yönetilir ne de memleket. Bu sadece şu anki iktidar veya başkası için değil. Bütün partileri, muhalefeti, STK’ları yani herkesi ilgilendiriyor. Bunun bir ortak bir çalışması olmalı. Yöre halkı ile bir araya gelinmeli, karşılıklı istişarelerde bulunulmalı ve burası için en iyisi neyse biz onu yapalım denmeli. Bu olmuyor maalesef. Bu mücadelenin içerisinde çok fazla çaba harcadım. Bu uğraşı beni ekopsikoloji denilen bilim dalına yönlendirdi ve böyle bir bu uğraşının içerisinde kendimi buldum. Benim oradaki mücadelem bambaşka bir yere evrildi ve şu an işte buradayız.
– Bugün devam ediyor mu bölgeye dair böylesi tehditler?
– Madencilik faaliyetleri yeni girişimlerle devam ediyor. En büyük tehdit bu olmaya devam ediyor. Ama tek tehdit maden değil. Özellikle pandemi sürecinden sonra insanların kırsala bir yönelişi oldu ve bölgede bunu hemen ranta çevirmeye girişen yatırımcılar ortaya çıktı. Köyleri bir anda ele geçiriverme duygusuyla hareket ediyor gibi bunlar. Köyün dibinde büyük araziler alıyorlar ve parsel parsel satarak ranta çeviriyorlar. Adeta şehri buraya taşıyorlar.
İnsanların kıra, doğaya yönelişi elbette kıymetli. Buna kimse itiraz edemez. Doğayı koruyarak, onun bir parçası olarak buraya yaşamaya gelen ve burada ekolojik temelde agroturizm yapan, sanatsal faaliyetler içine girenler de var. Bunlar bir yana, bu kaygıları tamamen ranta çevirmeye çalışan girişimler şu anda bölge için bir tehdit oluşturuyorlar.
– Bu ekolojik tehditler karşısında tüm toplumda yeterli bir tepkinin doğmamasının bir sebebi de doğayla bağımızın yeterince güçlü olmaması belki de. Doğayla bir bütün olduğunun farkında olan, kendisini doğanın bir parçası olarak gören bireylerin herhalde doğayla kurdukları bağ ve ona sahip çıkışları da farklı oluyor. Ne dersiniz?
– Gözlediğim kadarıyla bu bağ en çok sevgiyle kuruluyor. Yani hayvanlara, onların yaşadıkları ortamın güzelliğine, o müthiş güzelliğe sevgiyle bağlanırsanız. Zaten doğayla bağlantı birkaç şekilde olur. Bu tür duygular yoluyla, kendini orada iyi hissederek, güzel şeylere olan hayranlıkla ya da ona muhtaç olduğunun farkına vararak… Dolayısıyla bir dolu yöntemi vardır. Bütün bunlar birleşince insan diyor ki evet, ben daha çok şey yapmak zorundayım, daha iyi şeyler yapmak istiyorum. Ve o önünde gördüğü karıncayı ayağıyla ezip geçmek yerine hemen kendini derleyip toparlayıp acaba onu koruyabilir miyim noktasına geliyor.
Bu bir duyularına dönüş süreci aslında. Zaten orman terapi için, doğa terapi için insanların duyulara dönüş seansı deriz biz. 2016’da İzmir’de imkânları sınırlı ve dezavantajlı olan bir okulda bir proje yapmıştık. Şimdi 15-16 yaşında o çocuklar. Şimdi söylediklerine inanamazsınız.; “keşke bütün eğitimimiz öyle olsaydı hocam” diyorlar. Çünkü burnunun dibindeki hayvanlardan çekineni onla bağ kurmayan, bir hayvana nasıl yardımcı olabileceğini bilemeyen çocuklar artık bu ihtiyaçlar için bir anda ekip oluveriyorlar, veterinerlerden destek alıyorlar. Bu duyarlılık ve çaba çok kıymetli bir şey. Bu bağı sevgiyle kurabiliyoruz biz. Doğaya sahip çıkma bilinci “böyle yapacaksın, edeceksin, bunu böyle yapmamız lazım yoksa ölüyoruz, bitiyoruz” gibi sözlerle kazanılmıyor. Hele hele çocuklarda. Ona kötüyü göstererek, geleceğin daha da kötü olduğunu söyleyerek iyiyi anlatamazsınız. Doğayla gerçekten ilişki kurarsa, severse, bağ kurarsa, onu koruyacağı konusunda en ufak bir endişeniz olması. Bu nedenle doğa tabanlı eğitimler, orman okulu, orman terapi gibi konular gerçekten çok etkili oluyor.
Sadece çocuklar değil, en son yürüyüşümüzü bir üniversiteden doktora öğrencileriyle yaptık mesela. O kadar güzel geri dönüşler oldu ki… Hayatın her sahasında artık doğa bizim içimizde biz doğanın içinde olmak zorundayız. Çünkü daha çok yıpranıyoruz, daha çok kendimizi yok ediyoruz. Yok edildikçe de daha çok sıkıntı yaşıyoruz. Bunun sonu yok zaten. O yüzden her anlamda doğaya dönüşün artık hiçbir kaçışı yok bana göre. Umarım en kısa zamanda herkes bunun farkına varır.
Bir cevap yazın