Önceki sayımızda Dünya’daki su kaynaklarının durumuyla ilgili bir infografik yayımlamış, bunun bir giriş olduğunu, su krizine daha fazla eğileceğimizi yazmıştık. Eğildik, hem de ne eğilme… Bu sayfadan sonra derginin geri kalanı tümüyle bu konu üzerine. Yani dergiyi buraya kadar okumuşsanız ve su krizi pek umurunuzda değilse, dergiyi yavaşça elinizden bırakabilir ya da bir arkadaşınıza hediye edebilirsiniz.
Ama böyle yapmasanız iyi olur. Çünkü su krizi diye bahsettiğimiz sorun hepimizin sorunu ve üstelik, okursanız göreceksiniz ki geleceğe ait bir sorun da değil. Bugünden yaşadığımız, şimdilik bunun etkisine en açık kesimleri, tarımsal üreticileri vuran güncel bir sorun. Yani o çok güzel deyişle, burada anlatılan sizin hikâyenizdir.
Neden su krizi?
Su bütün canlılar için en önemli doğal kaynaklardan biri. Hayatın ve canlıların kaynağı. Son yıllarda giderek daha fazla fark ediyoruz ki, bu kaynak kısıtlı bir kaynak.
Dünya yüzeyinin dörtte üçünün sularla kaplı olduğu söylenir hep. Fakat insanın ve pek çok canlının kullanımına uygun tatlı su miktarı oldukça sınırlı. Dünya üstündeki toplam tatlı su miktarı, toplam suyun yalnızca yüzde 2,5’i. Bu küçük oranın da yalnızca binde 3’ü insan kullanımına elverişli. Geri kalan tatlı sular çoğunlukla kutuplarda, yüksek dağlardaki buzullarda ve şu anda erişilemez yeraltı rezervlerinde hapsolmuş durumda.
Yani dünya su zengini bir gezegen değil. Ve bugün, 2,2 milyar insan sağlıklı içme suyuna erişemiyor. Dünya üzerinde her 3 kişiden biri içme suyu sıkıntısı yaşıyor.
Ülkemizdeki durum da bu tablonun bir parçası. Türkiye su kıtlığı yaşayan ülkeler arasında 32. sırada. Şu anda kişi başına düşen yaklaşık 1400 metreküp suyla, su stresi yaşayan ülkeler arasında sayılıyoruz. Son yirmi yılda bu miktarın azalma hızına bakılırsa, kişi başına 1000 metreküpün altına düşerek su fakiri ülkeler arasında sayılmamız çok uzak değil.
Bu durum henüz kentlerde bir su kıtlığı olarak yüzünü göstermiyorsa da tarımda şimdiden kendini hissettiriyor. Nehirler eskisi gibi akmıyor, yer altı suyuna erişmek için kazılan kuyular yüzlerce metre derine iniyor, verimli ovalarımızda birdenbire obruklar oluşuveriyor ve eskiden beri yetiştirilen ürünlerde verim düşüyor.
Gelecek ise daha parlak değil. İklim krizi belki en fazla suyu etkiliyor. Üstelik Türkiye, üç tarafının denizlerle çevrili olması, Doğu Akdeniz Havzası’nda yer alması ve Akdeniz iklim özelliklerinin geniş bir alanda görülmesi sebebi ile iklim değişikliğinin olumsuz etkileri yönünden yüksek risk grubu ülkeler arasında kabul ediliyor.
Mesela Çevre Bakanlığı’nın çalışmalarına dayanan iklim değişikliği senaryolarına göre, 2050 yılına doğru sıcaklıklar 3-7 dereceye kadar artıyor, yıllık yağış toplamları hissedilir düzeyde azalıyor, su havzalarındaki toprak nem oranı dikkate değer ölçüde düşüyor.
Dolayısıyla su krizi, görmezden gelebileceğimiz, yok sayabileceğimiz, erteleyeceğimiz bir sorun değil.
Ne yaptık?
Bizim için bu soruna eğilmek masa başında yürüteceğimiz, kitapları karıştırarak birtakım verileri ve bilgileri süzüp paylaşacağımız yarı akademik bir yayıncılık faaliyeti olmadı elbet. İzmir’in beş ilçesinde, Seferihisar, Efes Selçuk, Ödemiş, Foça ve Çiğli’de çalıştaylar düzenledik. Öncesinde durumu anlamak için meslek odalarından ve akademiden uzmanları dinledik. Toplantıların organizasyonu için gittiğimiz ilçelerde sulama birliklerinden, kooperatiflerden sayısız üreticiyle konuştuk, röportajlar yaptık. İlçelerde konuyla ilgili dernek ve sivil toplum temsilcileriyle tanıştık. Yerel pazarlarda yakaladığımız çiftçilere sorduk. Kabaca hesap ettiğimizde gördük ki, toplantıların organizasyonları, röportajlar, çalıştaylar derken İzmir’in en güneyinden kuzeyine gidip gelerek üç bin kilometreden fazla yol yapmışız.
Değdi mi, değdi…
Türkiye’de ekoloji mücadelesi birbirinden ayrı iki mecrada akıyor. Biri kuramsal olarak güçlü, fikren dünyadan beslenen, birtakım anlamlı kavramları ve mücadele başlıklarını bu topraklara taşıyan daha akademik temelli bir sivil toplum kanalı. Diğeriyse yerel, bir yerde madencilik, başka bir yerde enerji santrali gibi tehditlere karşı tepkiler şeklinde ortaya çıkıveren, sorunun bizzat muhatabı olan insanların ve ne güzel ki daha çok kadınların sürüklediği bir hareket.
Bu iki mecranın yakınlaştığı ve birbirine temas ettiği koşullarda sesimiz daha yüksek ve etkili çıkıyor. Böyle örneklerin sayısı da artıyor. Ama yine de iki ayrı ve birbirine uzak hareketin varlığını kabul etmek durumundayız hâlâ.
Su krizine eğilirken yapmaya çalıştığımız bu iki mecranın kesiştiği alanı genişletmek, buradan bir söz ve etkinlik üretmekti. Biraz olsun yapabildiysek, evet, uğraştığımıza değdi.
KEÇİ Kültür Ekoloji Çevre ve İletişim Derneği Seferi Keçi dergisinin şimdiye dek eğildiği konulara ve izlediği yayın çizgisine paralel bir faaliyet yürütmek için, Seferi Keçi yazarlarının ve okurlarının kurduğu bir dernek. KEÇİ Derneği olarak düzenlediğimiz su çalıştaylarında su kaynaklarımızın kullanımı ve önümüzdeki su krizi konusunda uzman akademisyenleri, meslek odası temsilcilerini ve yetkili yerel yöneticileri, sorunun doğrudan muhatabı olan tarımsal üreticilerle bir araya getirmeyi hedefledik. Bunun sonuçlarını hem sınırları elverdiği ölçüde dergimizde hem de web sitemizde paylaşmaya devam edeceğiz. Bu çalışma sayesinde buluşup tanıştığımız kitle örgütleriyle, bu alanda yeni ve daha etkili adımlar atmaya çalışacağız.
Neden tarımsal üreticiler?
Tarımsal üretimin su krizinden ilk elden etkileneceğini ve hatta bu etkileri hissetmeye başladığını söyledik. Su kaynaklarımızın çoğunu tarımsal faaliyette kullanıyoruz. Yaklaşık yüzde 74’ünü. Dolayısıyla kaynakların nitelik ve nicelik olarak azalması tarımı da mevcut biçimde sürdürülemez bir noktaya getiriyor.
Öte yandan, sadece ülkemizde değil bütün dünyada tarımda bu kadar su kullanılıyor olması, tarımsal faaliyeti
su krizinin sadece mağduru değil sorumlularından biri olarak da görmemizi gerektiriyor. Hatta belki de bugünkü su kıtlığında en temel etken bile diyebiliriz.
Burada elbette ekmeğini topraktan çıkarmaya çalışan tek tek küçük çiftçileri değil bütün bir endüstriyel tarım sistemini kastediyoruz. Endüstriyel tarım sadece su değil gübre ve tarım ilacı gibi dış girdilerin de aşırı kullanımını zorlayan bir sistem olarak işliyor. Bir kere paçasını bu sisteme kaptırmış çiftçinin kendi başına bir alternatif yaratması çok zor. Dolayısıyla su kaynaklarının aşırı tüketiminde ve var olan rezervlerin kirletilmesindeki en önemli faktörlerin başında, hayvancılık da dahil olmak üzere endüstriyel tarım sisteminin geldiğini söylemek mümkün.
Örneğin bir kilogram et üretmek için ortalama 5000 litre su tüketiyoruz. Bir kilogram soya için 4000 litre, bir kilogram patates üretmek için 1000 litre…
Bunlar ürün bazlı yapılan hesaplamalarla ulaşılan sonuçlar.
Su kaynaklarının kullanımına baktığımızda da aynı şeyi görüyoruz. Sadece Türkiye’de değil, dünya ortalamasında da su kaynaklarının %70’den fazlasını tarımda kullanıyoruz.
Endüstriyel tarım çiftçiye döne döne şunu telkin ediyor, daha çok verim almak istiyorsan daha çok girdi kullan. Daha çok gübre, daha çok ilaç, daha çok su…
Evet ama her şeyi bir kenara bırakarak şunu sorsak: Bu kadar girdi kullanıp ve kaynaklarımızı bu kadar hızlı tükettiğimizde tarım, çiftçi için kazançlı ve emeğinin karşılığını alabildiği bir ekonomik faaliyet olabiliyor mu? Bunun cevabını ekilmeyen topraklar, terk edilen köyler, tarımın milli gelirdeki azalan payı veriyor.
Dolayısıyla su krizini konuşurken en başta tarımı, kaynaklarımızın geleceğini gözeten, suyu bilinçli kullanan, endüstriyel sistemin dışına çıkmanın yollarını arayan başka bir tarımın imkânlarını da konuşmak gerekiyor.
Kimle yaptık?
Bu yüzden çalıştaylarımız boyunca çiftçilerle, sulama kooperatifleriyle, kooperatiflerle bir araya gelmeye gayret gösterdik. Sulama sistemleri, ürün desenleri üzerine konuştuk. Toplantılara katılımlarını sağladık.
KEÇİ Derneği, bünyesinde geniş bir uzman kadrosu barındıran bir dernek değil. Faaliyet gösterdiğimiz alanlarda en dört dörtlük fikirleri biz söyleriz gibi bir iddiamız yok. Bu çalıştaylar boyunca da sorunun esas muhataplarını bir araya getiren, organize eden, kolaylaştıran, öğrenen ve öğrendiklerini daha geniş bir kitleyle paylaşmayı iş edinen bir rol oynadık.
Dolayısıyla çalıştaylarımızın temelini üreticilerle konunun uzmanlarını bir araya getirmek, birlikte su krizinin güncelliğini, bölgede açığa çıkan işaretlerini, tarımda su kaynaklarımızı gözeten daha bilinçli bir su kullanımını konuşmak oluşturdu.
Bu noktada Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarımsal Yapılar ve Sulama Bölümü’nden, Ziraat ve Çevre Mühendisleri Odaları’nın İzmir şubelerinden, konuyla ilgili çalışma sürdüren sivil toplum örgütlerinin çalışanlarından çok kıymetli destekler ve katılımlar sağladık.
Gerek “başka bir tarım mümkün” diyen İzmir Büyükşehir Belediyesi gerek bu alanda kendi bölgelerinde gayret gösteren ilçe belediyeleri de çalışmamızın doğal paydaşları arasında oldu.
Kuyu ne söylüyor?
Çalışmamızın başlığını “kuyu kurumadan” koymuştuk.
Efsaneyi bilirsiniz, Midas’ın sırrını kimseyle paylaşamayan berber içini döküp rahatlamak için gider, kuyuya seslenir. Ama bu sır uğuldayan kuyudan sazlıklara, sazlıklardan keçilere yayılır, dile gelir. Yani kuyular sır saklamaz.
Dünyayı diğer canlılarla paylaştığımız gerçeğini gözetmiyoruz. Doğanın sunduklarını sadece bizim ekonomik faaliyetimiz için tepe tepe kullanabileceğimiz birer “kaynak”mış gibi görüyoruz. Yüzlerce yıldır hırsla sürdürdüğümüz bu yaşamın sonuçlarını ise halının altına süpürüp görmezden geliyoruz. Kimseler bilmesin diye kuyulara söylüyoruz.
Ama kuyular artık bu sırrı tutamıyor. Su bulmak için 300-400 metrelere indiğimizde, tuzlanmış çoraklaşmış topraklara kulak verdiğimizde, kurumuş dere yataklarını, zehir akan nehirlerimizi dinlediğimizde aynı şeyi duyuyoruz.
Su bitiyor. Çok geç olmadan, kuyu kurumadan bir şeyler yapmanın zamanı geldi de geçiyor.
Bir cevap yazın