Bu sayımızı hazırlarken bir gelişme oldu, Enerji Bakanlığı’nın Maden yönetmeliğinde yaptığı bir gece yarısı değişikliğiyle, zeytinlik alanlarda madencilik faaliyetleri yürütülmesinin önü açıldı. Değişiklik şöyle: “Ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlara denk gelmesi ve faaliyetlerin başka alanlarda yürütülmesinin mümkün olmaması durumunda madencilik faaliyeti yürütecek kişinin faaliyetlerin bitiminde sahayı rehabilite ederek eski hale getireceğini taahhüt etmesi şartıyla … zeytin sahasının madencilik faaliyeti yürütülecek kısmının taşınmasına, sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine kamu yararı dikkate alınarak”…
Kamu yararı, elektrik ihtiyacı, rehabilite edilmesi, eski haline getirilmesi, taşınması… Hepsi yalan…
Daha yeni Seferihisar Orhanlı köyünde jeotermalcilerin köklediği zeytin ağaçlarına tanık olmuştuk. Üstelik böyle bir yönetmelik değişikliği ortada yokken ve zeytinlikler “zeytin ağaçları sökülemez” diyen 3573 sayılı kanunun sözde koruması altındayken.
Şimdi taşları hepten bağlayıp köpekleri salıyorlar. Daha önce de benzer bir yönetmelik değişikliği gündeme gelmişti. Sonrasında yapılan eylemler ve açılan davalar sonucunda değişiklik iptal edilmişse de Manisa’nın Yırca köyünde termik santral yapmak için altı yedi bin zeytin ağaç çoktan sökülmüştü.
Orhanlı Köyü’nden Galip Ener’le jeotermal şirketlerine kaynak arama ve işletme ruhsatı verilip sondaj kuyuları açılmaya başlandığında konuşmuştuk.
Ülkenin denizlerini, ormanlarını, nehirlerini para kaynağı gibi gören şirketler var. Bu yönetmelik değişikliğini fırsat bilecekler, çoktan gözlerine kestirdikleri zeytinliklere çökmeye çalışacaklar. Tabii meydan boş değil. Köylüler ve çevreciler zeytinine sahip çıkacak, belki bu yönetmelik de iptal edilecek. Ama ne bu talan hırsı bitecek ne de geleceğimiz için doğal kaynakları yarınlara taşımayı değil, satıp savarak bugünü kurtarmayı esas alan politikalar.
Susuz hayat olmaz, bunu bilmeyen yok.
Bu yüzden başka gezegenlerde hayat var mı yok mu diye aranırken sıvı formda suyun izlerine bakıyoruz. Bu yüzden hep su kenarlarına yerleşmişiz, kentleri, medeniyetleri oralara kurmuşuz. Suyun yokluğu kadar bolluğu da insana felaket getirmiş. Sellerle, taşkınlarla yıkılan medeniyetler de olmuş.
İnsanın suyla olan ilişkisi, yakın zamana kadar hep doğanın belirlediği kurallarla yaşanagelmiş. Yakın zamana kadar dediysek dün değil tabii. İnsanın kendisini doğanın bir parçası olarak görmekten çıkıp onu tümüyle kendisine hizmet edecek, kazanç sağlayacak bir kaynak olarak görmesiyle, doğayla olan ilişkisinde bir eşiği geçmesiyle değişmiş işler. Yani Antroposen diye adlandırılan, türümüzün Dünya’ya olan etkisinin en üst düzeylere çıktığı çağda…
Özellikle Sanayi Devrimi’yle birlikte su ve insan arasında bağ değişmeye başladı. Suyu sadece temel yaşamsal ihtiyaçlarımız için değil, üretim süreçlerinde doğrudan ve dolaylı olarak aşırı kullanmaya ve kirletmeye başladık. Tarım hep vardı ama geleneksel tarım için kullanılan su günümüzdeki boyutlarda değildi. Şimdi çoğu endüstriyel tarımda olmak üzere suyumuzun yüzde 70’den fazlasını bu alanda kullanıyoruz. Yüzde 11’ini ise sanayide… Sanayinin kullandığı kadar kirlettiğini de hesap etmek lazım tabii.
Üstelik hep öyle sandık ama ne yazık ki mavi gezegenimiz kullanılabilir su kaynakları bakımından zengin de değil. Dünyadaki suyun sadece yüzde 3’ü kullanıma uygun, gerisini tuzlu sular oluşturuyor. Bu yüzde 3’ün ise büyük çoğunluğu kullanamayacağımız buzul ve yeraltı suları.
Özetle suyumuz sınırlı ve eskiden olmadığı ölçekte tüketiyor, kirletiyoruz. Olağan bir dönemde değiliz üstelik. İklim krizi uzak ya da yakın bir geleceğin meselesi değil artık, içinde yaşadığımız bir durum. Bu yüzden aşırı iklim olaylarına, mevsim normallerinin dışında sıcaklıklara, yağışlara, kuraklıklara şahit olmaya başladık.
Ve su her zamankinden daha kıymetli oldu.
Kapitalizm işte… Bu çağda kıymet deyince koruyup kollanacak bir varlık değil, bir değişim değeri, piyasa şartlarında en uygun şekilde okutulacak bir meta akla geliyor. Dolayısıyla tüm doğal kaynakları ekonomik birer varlık olarak gören devletler de himayeleri altındaki suyu ekonomik gelişme için kaynak olarak değerlendirmeye yöneldiler. Su kaynakları özelleştirildi, kullanımı ve satışı büyük şirketlere devredildi. Su ve hıfzıssıhha hizmetleri pek çok ülkede kamu alanından çıkarıldı, özel şirketlere veya kâr odaklı kamu şirketlerine devredildi. Bütçeler kısılıp gerekli altyapı yenilemeleri yapılamadığı için musluktan su içemez olduk, pet şişede ve damacanada su vazgeçilmez hâle geldi. Devletlerin ve şirketlerin su politikası, para kazanmak ya da enerji üretmek için tatlı su varlıklarımızı barajlara, ambalajlara hapsetmek oldu.
Buna karşılık, Güney Amerika’dan başlayan, başta köylüler olmak üzere en temel yaşam kaynağının şirketlerin egemenliğine terk edilmesine razı olmayan insanların “su hakkı” için direnişlerine şahit olduk.
Şimdi artık “su hakkı”nın kapsamı da genişliyor, genişlemeli. Sadece insanın suya erişim hakkından değil, kurdun kuşun ormanın da su hakkından, dahası nehirlerin kendi yatağında akma hakkından söz edilmeli.
Bunun için yerel yönetimlere büyük bir rol düşüyor. Suyla ilgili politikaların toplumun tüm kesimlerini kapsayacak biçimde ve doğanın, tüm canlıların ve gelecek kuşakların su hakkını koruyacak bütüncül bir değerlendirmeyle belirlenmesi çok önemli.
Geçtiğimiz yıl Mart ayında Dünya Su Günü’nde İzmir’in ev sahipliği yaptığı ve 11 büyükşehir 11 il belediyesinin başkanlarının imzasını taşıyan “Başka Bir Su Yönetimi Mümkün” başlıklı manifesto çok yerinde bir adımdı.
Bu sayıda kısa bilgilendirmelerle ve bu manifestoyu hatırlatarak konuya girmiş olduk. Gelecek sayılarımızda daha kapsamlı olarak işleyeceğiz.
Bir cevap yazın