Tarih, ekonomi ve sosyoloji bilimlerinde “counterfactual” adlı bir kavram vardır. Dilimize “karşı olgusal” veya “karşı gerçeklik” olarak çevrilen bu kavram, en basit anlamıyla yaşanmış bir olayın veya fenomenin “öyle değil de böyle olsaydı ne olurdu? Nasıl bir gerçeklik içerisinde kendimizi bulurduk?” gibi olasılık analizini yapmak amacıyla kullanılmaktadır. Aslında sadece bilimsel çalışmalarda değil aynı zamanda günlük hayatımızda da oldukça sık yaptığımız bir analiz metodudur. Zaman zaman hepimiz, “vaktiyle öyle değil de böyle bir tercihte bulunsaydım, şu an nasıl bir durumda olurdum? Hayatım daha iyi mi yoksa daha kötü mü olurdu?” diye düşünür ve hayatımızı analiz ederiz. Başka bir deyişle, kendi hayatımıza bir “karşı gerçeklik” hesabını uygularız. Bunu bazen geleceğimizi daha iyi planlamak ve geçmiş hatalarımızı tekrarlamamak, bazen de sadece bir nostaljik an yaşamak için yaparız. Tarih biliminde ise bu analiz geçmişi bütün yönleriyle anlayarak, yarınları daha iyi bir şekilde tasarlamak amacıyla kullanılır. Şimdi sizlerle felsefe ve bilim tarihinin oluşum sürecine yönelik bir karşı gerçeklik analizi yapacağız. Bunun için sizleri yaklaşık 2.500 yıl önceye yani MÖ 6’ncı yüzyıla götürüyorum…
Batı Anadolu’da günümüzdeki Balat Köyü yakınlarındaki İyon kenti Milet’teyiz. Henüz Büyük Menderes Nehri Söke Ovası’nı alüvyonlarla doldurmamıştır. Günümüzde bir göl haline gelen Bafa ise halen daha Anadolu’nun içine kıvrılmış bir Ege koyudur. Kent Ege’ye doğru sivrilen bir yarımada üzerindedir ve dört limanı vardır. Karadeniz ve Akdeniz’e yayılmış onlarca kolonisinden gelen ticaret malları ile önemli bir ekonomik güce sahiptir. Kentin agorasında Mısır’dan, Pers ülkesinden, Mezopotamya’dan ve Akdeniz’in dört bir yanından gelen binlerce denizci ve tüccar sadece malları değil aynı zamanda fikir ve kültürleri de birbiriyle değiş tokuş etmektedir. Ayrıca günümüzde Zeytintepe olarak adlandırılan bölgede, direkt Ege’ye bakan yamaçlarda kurulmuş Aphrodite Kutsal Alanı nedeniyle kent, Antik Çağ’ın önemli bir dinsel merkezi konumundadır. İşte böyle bir ortamda Milet’te yaşayan Thales adında bir adam insanlık tarihini değiştiren soruyu sorar. O soru “Her şeyin temelini oluşturan şey, evrenin başlangıç noktası yani arkhe nedir?” sorusudur. Soruya “su” yanıtını vermiştir. Ona göre başlangıçta sadece su vardır: Evrende var olan her şey önce su halinde bulunurken, daha sonra değişimlere uğrayarak şu anki varoluş durumlarına kavuşmuştur ve yok olduklarında yine suya dönüşecektir.
Thales, bu savına doğayı gözlemleyerek ve akıl yürüterek ulaştığını söylüyordu. Burada Thales’in bu soruya verdiği cevabın doğruluğundan ziyade ki doğru değildir, sorunun soruluş biçimi ve yanıtlama metodu önemlidir. Nitekim o döneme kadar insanlık var oluş ve doğaya yönelik yanıtlayamadığı soruları dinsel ve mitolojik hikâyelerle aydınlatmaya çalışıyordu. Thales’in yaşadığı döneme kadar sıradan bir kişiden en tepedeki aristokratlara kadar evrenin başlangıç anını sorduğunuzda alacağınız cevap, Gaia, Uranos, Tartaros gibi mitolojik efsanelere dayanan bir dizi hikâye zinciri olurdu. Fakat burada Thales’in sorduğu soru ve onun cevabına yönelik yaptığı analiz dinsel ve mitolojik bakış açısından ziyade, direkt akla ve rasyonaliteye yani logos’a dayanmaktadır. Başka bir deyişle, insan aklı ile insan duyularının yani gözlemin işbirliği söz konusudur. Ayrıca bu cevapta, görünen dünyanın hakikat olduğuna yönelik materyalist bir bakış açısı da vardır. İşte bu insanlık tarihinde aynı zamanda hem ontolojik hem de epistemolojik bir devrimdir. Bilimin ve felsefenin doğum anıdır.
Belki buna bazı noktalarda itiraz edilebilir. Eski Mısırlılar İmhotep’in tasarladığı piramitlerde görüldüğü gibi mükemmel bir mimari bilgiye sahipti, Babilliler şaşkınlık yaratan matematik ve astronomi bilgisine sahipti, Fenikeliler günümüzde bile hayranlık duyulan denizcilik ve coğrafya bilgisine sahipti. Bunlar bilim değil miydi? Bu soruya benim cevabım, hayır olacaktır. Çünkü bu uygarlıkların yaptığı bütün buluş ve yenilikler toplumsal ve pratik gerekliliklerin giderilmesi için yapılmıştı. Burada evrenin sorgulanması veya saf bir bilme isteği, yani katıksız bir logos yoktur. Kaldı ki hayranlık uyandıran mimari eserlerine, kanal sistemlerine ve yazım güçlerine rağmen Eski Mısırlılar binlerce yıl Ra’ya tapmaya, firavunlarını tanrı gibi görmeye devam ettiler. Mezopotamya uygarlıklarında matematik ve astronomi bilgisi çoğunlukla dini ayinler ve ihtiyaçlar çerçevesinde gelişti. Fenikeliler denizcilik ve astronomi bilgilerini sadece ticari amaçlar için kullandılar, evreni hiçbir zaman sorgulamaya kalmadılar. Bu nedenle bu uygarlıkların ürettiği pratik amaçlar için kullanılan bilgidir, bilim değil. Oysaki bilim ve felsefenin amacı sadece pratik ihtiyaçların karşılanması değildir. Bilim ve felsefenin en önemli amacı devrimsel bir tarzda toplumsal dünyayı değiştirebilecek, çığır açacak, insanlığın kendisini yeniden biçimlendirmesini sağlayacak atılımlar yapmaktır. Bu nedenle Thales ve onun sorduğu soru bilim ve felsefenin doğuşu olarak değerlendirilebilir. Zira onun sorduğu bu soruya hâlâ insanlık kuantum fiziği ve astrofizik çalışmalarında görüldüğü gibi cevap aramaktadır ve net bir cevap bulamamıştır. Kısacası bilim 2.500 yıldır onun sorduğu bu soruyla uğraşmaktadır.
Peki bu bilimsel ve felsefi devrim Thales ile mi sınırlı kalmıştır? Tabi ki hayır, yine onunla aynı dönemde yaşayan ve yine Miletli başka bir filozof Anaksimenes bu soruya “hava” cevabını vermiştir. Onun hemen ardından Miletli Anaksimandros, bu sorunun cevabını “her şeyin ondan yaratıldığı ve er ya da geç ona geri dönmek zorunda olduğu bir tür temel şey vardır” şeklinde yanıtlamıştır. Anaksimandros bu kavrama dilimize “sınırı olmayan, başlangıcı ve sonu bilinemez, gözlem ve akıl ile bilinemez” olarak çevrilebilecek apeiron adı vermiştir. Ona göre evrenin başlangıcındaki şey hâlihazırda var olan hiçbir maddeye benzemeyen, ama bunların hepsine dönüşme kapasitesine sahip bir yapıya sahiptir. Ayrıca bütün varlıklar bu apeirondan oluştuğu gibi yok olduklarında yine ona dönüşür. Aslında bir nevi maddenin ana yapı taşı kabul edilen “atom” benzeri bir kavramı savunması söz konusudur. Burada bilim açısından başka bir devrimsel kavram söz konusudur. Anaksimandros, bilinemez olarak tanımladığı apeiron kavramıyla ilk defa bilginin ve bilinebilirliğin sınırları olduğu konusuna da değinmektedir. Bu konu günümüzde de hem bilimin hem de felsefenin hala uğraştığı bir sorundur. Bu üç filozofa Milet Okulu düşünürleri diyoruz.
Şimdi aynı dönem içerisinde sizleri Milet’ten 140 kilometre kuzeye götürüyorum. Yine hayalinizde canlandırmanızı rica edeceğim. Bugün Bülbül ve Panayır Dağları olarak adlandırdığımız iki dağın arasındaki vadiyi ve Ayasuluğ Tepesini kaplayan devasa bir kent hayal edin. O dönem sadece Batı Anadolu’nun değil aynı zamanda bütün Antik Dünyanın da en büyük kentlerinden birisi olan Efes’ten bahsediyorum. Bu kent o zamanlarda Küçük Menderes Nehri’nin gazabına uğrayarak denizden uzaklaşmamıştı. Bugün otlarla kaplı ve yer yer çamur dolmuş limanı ve agorası o zamanlarda binlerce insanın kaynaştığı, dünyanın dört bir yanından her gün onlarca geminin girip çıktığı bir alandı. Ayrıca bir dünya harikası olan Artemis Tapınağı bütün görkemi ve heybeti ile kentin sahillerinde ışıldıyordu. İşte böylesine güzel bir kentte Herakleitos adında biraz aksi ve aykırı bir adam yaşıyordu. O da Thales’in sorusuna kafa yormuş ve kendi çapında bazı yanıtlara ulaşmıştı. Herakleitos’a göre doğa sürekli bir değişime tabi idi. Var olan hiçbir şey ebedi olmadığı gibi sürekli birbirine dönüşen bir çevrim içerisinde hareket ediyordu. Herakleitos bu düşüncesini “aynı nehre asla iki defa giremezsiniz” şeklinde özetlemiştir. Aslında bu düşüncede evrim teorisinin ilk izleri de görülmektedir. Nitekim Herakleitos’tan yaklaşık 2.350 yıl sonra evrim teorisini ileri süren Charles Darwin’in de ana dayanak noktası doğadaki canlıların sürekli değişime uğradığı ve birbirine dönüştüğü prensibidir. Herakleitos aynı zamanda doğadaki gözlemlerin göreceli olduğu konusuna da değinmiştir. Bir eserinde “bir dağın aşağıya doğru indiği mi yoksa yukarıya doğru çıktığı mı bizim gözlemlerimize göre değişir” demektedir. Burada görecelilik kavramının ilk tohumlarını görmekteyiz. Herakleitos da evrenin ana yapı taşı ve başlangıcı konusunda aklı ve gözlemi birleştiren bir yorum yapmıştır. Ona göre genelde evren özelde doğa “sürekli değişen fakat yine de benzersiz bir şekilde kendisi olan şeyden” meydana gelmiştir. Onun değişime verdiği bu nedensellik bu ana maddenin ateş olduğu sonucuna varmasına yol açmıştır. Herakleitos’un öğrencisi Kratylos ise doğadaki değişimin hızı konusunda hocasından bile iddialı bir sav öne sürmüştür. Ona göre “aynı nehre bir kez bile giremezsiniz” çünkü doğa o kadar hızlı değişmekte ve dönüşmektedir ki nehre girdiğiniz andaki nehir ile çıktığınız andaki nehir birbirinden farklılaşmıştır. Kratylos bu düşüncesini doğa bilimlerinden beşeri bilimlere uygulayan bir mantığı da benimsemiştir. Ona göre hiçbir toplumsal düzen veya sistem ya da anlatı mutlak değildir, sadece anlık olarak bazı şeyleri açıklar, zamanla değişir ve dönüşür. Alın size 20’nci yüzyıl post-modernizmi!
Şimdi Efes’ten biraz kuzeybatıya günümüzde Urla olarak adlandırılan Klazomenai Kentine gidiyoruz. Milet ve Efes’e kıyasla biraz küçük olan bu kent, İzmir Körfezi’nin sağladığı korunaklı coğrafya nedeniyle gemi yapımı ve zeytin üretimi konusunda oldukça gelişmiş bir ticari güce sahip. Burada Anaksagoras adında bir adam doğuyor. Herkesin Tanrı veya mitolojik varlık zannettiği gök cisimlerinin ve gezegenlerin aslında ayaklarımızın altındaki yeryüzü gibi madde yığını olduğunu ilan ediyor. Daha açık bir ifade ile materyalist bir evren tasavvurundan bahsediyoruz. Günümüzde basit bir fiziksel gerçeklik gibi görünen bu sav o dönemde Tanrılara, kurulu siyasi, kültürel ve toplumsal sisteme açıkça bir meydan okuma anlamına gelmekteydi. Kaldı ki Anaksagoras Atina’da bu düşüncesi nedeniyle ölüme de mahkûm ediliyor, kaçarak canını zor kurtarıyor. Özetle Anadolulu filozoflar tanrıların ve mistik kavramların olmadığı bir doğa tasarlamışlardır. Onlara göre doğa metafiziksel ve doğaüstü olayların bir ürünü değil, aksine insan aklı ve gözlemleriyle anlaşılabilir olan bir yapıya sahiptir. Bu nedenle de onların bu bakış açılarının felsefe ile bilimin özdeşleşmesine yol açtığı söylenebilir. Çünkü insan doğanın bir parçasıdır, doğayı anlamadan insanı anlamak, doğayı kontrol eden yasaları ve yapıları çözmeden insanı çözmek imkânsızdır. Burada modern anlamda bir bilim kavramından bahsediyoruz.
Peki sonra ne oldu da bu felsefe doğadan yani görünen dünyadan ve bilimden ayrıldı da metafiziksel soyut bir kavram haline geldi. Bu sorunun yanıtı bugün bizlerin felsefenin kurucu babaları olarak kabul gördüğü, daha doğrusu zannettiği Sokrates, Platon ve Aristoteles üçlüsünün ortaya attığı düşüncelerdedir. Sokrates öncelikle Anadolulu filozofların doğa merkezli düşünce sistemini insan odaklı bir hale getirmiştir. Bu nedenle de felsefeden doğa bilimlerinin ayrılmasında öncül aktör görevi yaptığı söylenebilir. Fakat onun öğrencisi Platon, bu ayrılıkla yetinmemiş, üstüne görünen dünyayı aşağılayan, insan duyularını ve gözlemlerini yok sayan bir felsefi görüş ortaya atmıştır. Platon’a göre görünen dünya yani doğa basit önemsiz madde yığınıdır. Onda hakikati aramak ise beyhude zaman kaybıdır. Nitekim doğa olarak adlandırılan maddeler yığını aslında mükemmel olan ve sadece insan aklıyla anlaşılabilen soyut idealler dünyasının kusurlu yansımalarıdır. Platon bu işi o kadar ileri götürmüştür ki insan duyularının ve gözlemlerinin eseri olan resim ve heykeltıraşlık sanatlarını bile küçümsemeye başlamıştır. Aristoteles ise Anaksimandros’un apeiron yani bilimin sınırlarını sonsuz bir sürece yayan özgürleştirici bakış açısını eleştirmiş ve “ilk neden” kavramı ile bilimin ve varoluşun kesin bir başlangıcı olduğu savını ileri sürmüştür. Bu sav aslında bir nevi tanrısal erekle başlayan bir evren tasavvurunu vurgulamaktadır. Kısacası bu üç Yunanlı filozofla birlikte felsefe ile doğa bilimleri birbirinden ayrılmış, bilimin olağan ilerlemesi için gerekli olan gözlem ve akıl işbirliği ortadan kalkmıştır. Soyut akıl yüceltilirken, onun en önemli uygulama alanı olan doğa ve gözlem aşağılanmıştır. Bu yeni düşünme sistemi Ortaçağ’da din kavramına uyarlanmış ve insanlık yaklaşık 2.000 yıl boyunca doğadan kopuk bir şekilde, sadece soyut akıl ile hakikati anlamaya çalışmıştır. Ta ki Galileo Galilei ve Nicolaus Kopernik 16’ncı yüzyılda yeniden insan gözlemini ve doğayı özne olarak kabul eden iddialarda bulunana kadar. Galilei’nin “siz ne derseniz deyin ama dünya yine de dönüyor” cümlesi yeni bir bilim çağının kapılarını açmış, 2.000 yıldır birbirinden ayrılmış akıl ile gözlem tekrar işbirliği yapmaya başlamıştır. Başka bir deyişle, hakikat arayışı metafiziksel olgulardan kurtularak yeniden doğa merkezli bir yönteme dönmüştür. Sonrası malumunuz Aydınlanma Çağı, Sanayi Devrimi, Uzay Çağı, Dijital Çağ… İnsanlık 2.000 yıllık uykusundan uyanarak günümüze ulaşmıştır.
Şimdi bir karşı gerçeklik analizi yapalım. Farz edelim ki Sokrates, Platon ve Aristoteles üçlüsünün görüşleri genel kabul görmeseydi. Bunun yerine Thales ile başlayan Anadolulu filozofların doğa merkezli, akıl ve gözlemi aynı anda birleştiren düşünce sistemi devam ettirilebilseydi… Ne olurdu? Bugün nasıl bir dünyada yaşardık? Bu soruların kesin bir cevabı olmamakla birlikte, büyük ihtimalle insanlık Aydınlanma Çağı’na daha erken girebilirdi. 2.000 yıl boyunca bilimsel açıdan çok az ilerleme sağlamak ve bütün entelektüel gücünü metafiziksel soyut kavramlara harcamak yerine doğayı anlamaya ve onu keşfetmeye çalışabilirdi. Sanayi Devrimini 200 yıl önce değil de belki daha önce yaşayabilirdik. Belki de asırlarca süren din ve mezhep savaşları olmayabilirdi. Doğal afetler ve salgınlar karşısında bu kadar kayıplar yaşanmayabilirdi. Düşünün Galilei o devrimsel cümlesini kurduktan yaklaşık 500 yıl sonra insanlık uzaya çıktı, Mars’ı keşfetmeye çalışıyor, atomu parçaladı, dijital çağa geçti. Bu cümlenin 500 değil de 1000 yıl önce söylendiğini hayal edin. Daha açık bir deyişle, insanlığın günümüzden 500 yıl sonra nasıl bir durumda olacağını hayal edin. Hayal dünyanızın bile sınırları zorlanıyor değil mi? Belki de 500 yıl sonra insanlık kalmaz, dünya yapay zekâların cirit attığı bir yer olur. Belki de bizim doymak bilmez aç gözlülüğümüz nedeniyle doğa tükenir, antroposen adı verilen insan eliyle yaratılmış çağın sonunda toplu yok oluşu yaşamış oluruz. Bu soruların kesin cevaplarını bilemeyiz, sadece varsayımlar üretebiliriz. Fakat kesin olan bir şey varsa eğer Anadolulu filozofların düşünce sistemi terk edilmemiş olsaydı, şu an bulunduğumuzu konuma çok daha erken ulaşacağımızdır. Tabii bunun insanlık için iyi mi kötü mü olacağı başka bir tartışma konusudur.
KAYNAKÇA
– Bertrand Russell, (1991) History of Western Philosophy, Londra, Routledge.Press.
– Robert C. Solomon ve Kathleen M. Higgins, (1996). A Short History of Philosophy, Oxford: Oxford University Press.
– Dave Robinson ve Judy Groves, (2011). Felsefe, (Çev. Barış Taş), İstanbul: NTV Yayınları.
– Kadir A. Çüçen ve Harun Tepe, (2020). Anadolu’da Felsefeye Yolculuk III: Miletli Filozoflar: Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
– Werner Jaeger, (2011). İlk Yunan Filozoflarında Tanrı Düşüncesi, (Çev. Güneş Ayas). İstanbul: İthaki Yayınları.
– Wilhelm Capelle, (1994). Sokrates’ten Önce Felsefe, (Çev. Oğuz Özügül). İstanbul: Kabalcı Yayınevi
– Frederick Copleston, (1986). Ön-Sokratik Felsefe, (Çev. Aziz Yardımlı). İstanbul: İdea Yayınları.
– Ahmet Arslan, (2008). İlkçağ Felsefe Tarihi, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
– John Burnet, (1969). Early Greek Philiosophy, New York: The World Publishing Company.
Bir cevap yazın