Artık “insanlık için kırmızı alarm” diye anılan ekolojik kriz daha yoğun bir şekilde gündemimizde.
Orman yangınları, seller, yağışsız kurak havalar, havalarda hepimizin gözlediği dengesizlik, şu “eskisi gibi değil” durumu artık iyiden iyiye hissedilir oldu.
Dünyamızın geleceğine dair endişeler arttı, hissedilen sonuçları nedeniyle uzak bir geleceğin meselesiymiş gibi öteleyemediğimizden, kendi yarınımız için de kaygılanır olduk. Üstelik bu krizin sorumlusunun insan olduğu da aşikâr. Korona salgının ilk döneminde uygulanan yoğun “evde kal” önlemleri nedeniyle dünyanın pek çok ülkesinde endüstriyel üretim ve ona bağlı zincirler yavaşlayınca karbon emisyonunda düşüşler yaşandı, havadan, sudan, topraktan küçük iyileşme haberleri gelmeye başladı. Sonuçta öyle ya da böyle, artık hepimizin ekolojik yıkımlar konusunda bir fikri var.
Bu insanın doğayla ilişkisine dair bir mesele. Tam da burada, insanın doğayla girdiği “profesyonel” ilişki, yani tarım da masaya yatırılmaya, endüstriyel tarım ve hayvancılığın biricik yuvamız dünyada yarattığı tahribat da daha göze batmaya başladı. Üstelik bu sistem insanları doyuramaz, sağlıklı gıda sunamaz, hatta zehirlerken…
Eleştirilerin ve alternatif arayışlarının yükseldiği ve revaçta olduğu bir anda yayımlanan iki kitaba dikkatinizi çekmek istiyorum ben de.
John Bellamy Foster’ın yazdığı, İdem Erman’ın titiz çevirisiyle hazırlanmış, Kalkedon Yayınları’ndan çıkan “Sosyalizm ve Ekoloji – Doğanın Dönüşü” ekolojinin tarihini geniş bir araştırmayla inceliyor. Metis Yayınları’ndan çıkan ve Tayfun Özkaya, Mesut Yüce Yıldız, Fatih Özden ile Umut Kocagöz’ün hazırladığı “Argoekoloji-Başka Bir Tarım Mümkün” kitabı ise permakültür, onarıcı tarım, doğal tarım gibi farklı yaklaşım ve uygulamaları bir araya getiren ama daha fazlası olan “Agroekoloji”yle, ekolojik sorunlara duyarlı, sömürüye karşı başka bir tarımın ve buna dayanan yeni bir dünyanın mümkün olduğunu söylüyor.
“Sosyalizm ve Ekoloji – Doğanın Dönüşü”
İnsanın doğanın yasalarının dışında olduğu, ondan bağımsız olduğu fikri neredeyse uygarlığın ortaya çıkması kadar eski. Bu anlayış sistematik bir şekilde insanın doğaya yabancılaşmasıyla birlikte gelişti. Özellikle kapitalizmin hız kazandığı sanayi devrimiyle de önüne geçilemez bir hal aldı. İnsanı doğaya yabancılaştıran ve bunu insanın insanı sistematik olarak sömürmesine aracı eden sisteme karşı fikirlerin öncülleri de, endüstri devrimin ivmelendiği on dokuzuncu yüzyılın başında biçimlenmeye başladı.
Bu kitap John Bellamy Foster’ın ekolojiyle ilgili daha önce yayımladığı Marksizm ve ekoloji üzerine kitaplarının çok daha geniş bir eksende devamı niteliğinde. Kitabın odağında sol Darwinistlerden, Engels’e, sosyalist çevrecilerden kültürel materyalistlere pek çok düşünürün doğa ve toplum, evrim ve oluşum hakkında söyledikleri, bu düşünceler ışığında günümüzün ekolojik sistemlerinin geriye dönük incelenmesi var. Yaklaşık yirmi yıllık bir çalışmanın, koleksiyon ve arşiv taramasının ürünü. Bahsi geçen düşünürlerin hemen hepsi politik bakımdan ekoloji ve diyalektikten hareketle, bilimden sanata uzanan eleştirel-materyalist bir görüşü geliştiren isimler. Örneğin ismi pek bilinmeyen Edwin Ray Lankester 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başına kadar İngiliz bilimi içinde en önde gelen ekolojik eleştirmenlerden. Engels’i hepimiz biliyoruz, doğanın ve toplumun diyalektiğinin ardına düşerek yaptığı katkıyla bilimsel bir sosyalizm düşüncesinin “ikinci kemanı” oldu. İnsanın doğayla tarihsel ilişkisine eleştirel bir bakış, onun katkısıyla Marksizme içkinleşti. Yine Bernal, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin ilk büyük ekolojik hareketinin, yer üstü nükleer deneme karşıtı hareketin içinde çok önemli bir figürdü.
Bu isimlerin yanı sıra, toplumsal yeniden üretimin ekolojik yeniden üretimle ilişkisi üzerinden yabancı olmadığımız kimi kadın yazarlara da değiniyor Foster. Örneğin Eleanor Marx, Olive Schreiner, Virginia Brodine… Ama bu değinmeyi yeterli bulmuyor, “kökenleri esaslı bir eşitliğe dayanan sürdürülebilir bir toplum vaadini taşıyan ve genellikle bastırılmış radikal görüşlerin ortaya çıkışı” için bir işaret olarak görüyor.
Ana eksenini toplumcu ekolojinin geçmişe doğru incelenmesinin/soruşturulmasının oluşturduğu bu çalışmada Foster ekolojiyi sadece düşünce alanında kurcalamıyor. Kronolojik bir dizgeye bağlı kalmadan, kalıtsal önem üzerinden, üstelik tarihsel çelişkilerini görmezden gelmeyerek irdeliyor.
Foster’ın geçmişe, ekolojik eleştirinin köklerine doğru yaptığı bu soruşturma, eşitliğe ve ekolojik sürdürebilirliğe dayanan bir toplumsal yeniden üretim sisteminin kurulmasına katkı yapacak önemli bir düşünsel çaba olarak görülebilir.
“Argoekoloji – Başka Bir Tarım Mümkün”
Küresel iklim krizinin hayatımıza sürdüğü sorunun önemli temellerinden biri de üretimiyle, gübre, tarım ilacı ve fosil yakıt gibi girdileri kullanımıyla, tüketim zinciriyle endüstriyel tarım modeli. Peki doğayla uyumlu, tahrip etmeyen bir gıda sistemi oluşturmak mümkün mü? Agroekoloji bu soruya tereddütsüz verilmiş bir “evet” yanıtı olarak önümüzde duruyor. Üstelik doğayı zarar vermemekle kalmayıp onaran, insan sağlığını destekleyen, kaynakları israf etmeyen ve koruyan, insan için sosyal olarak eşitlikçi ve sürdürülebilir bir tarım ve gıda sistemi öneren bir alternatif olma iddiasını taşıyor.
“Agroekoloji – Başka Bir Tarım Mümkün”, bu iddialı “evet” yanıtının temellendirildiği bir kitap. Tarım Ekonomisi Derneği’nin 2019’da İzmir’de gerçekleştirdiği “Agroekoloji Çalıştayı”nda sunum yapmış bilim insanlarının, tarım araştırmacı ve yazarlarının, çiftçilerin ve aktivistlerin katkılarıyla hazırlanmış.
Agroekolojinin bilimsel temellerini, felsefesi ve ilkelerini, uygulamalarını, hareket ve politikalarını bölümler halinde anlatan kitapta, bugüne kadar yürütülen tarım-gıda sistemlerinin sermayenin yoğunlaşmasıyla bir grup azınlığın yararına nasıl denetim altına alındığı da sonuçlarıyla birlikte sunulmuş.
Agroekoloji çiftçilerin ve tüketicilerin endüstriyel tarıma bağımlılıktan kurtarılmasıyla, agroekolojik tarım sistemlerini destekleyici politikaların geliştirmesiyle, doğanın işleyişine uygun tarımsal üretim için gerekli bilimsel donanımın sağlanmasıyla, bu sistem karşısında “başka bir tarım”ın mümkün olduğunu söylüyor. Aynı zamanda, monokültüre dayalı endüstriyel tarımla bilgileri ve tecrübeleri değersizleştirilen kadınların, toplumsal cinsiyet eşitliğine giden yolda yeniden sürece aktif olarak dahil edilmesinin de başka bir tarımla mümkün olacağını vurguluyor.
Bir cevap yazın