Unutulmasın, bir iz kalsın diye: ‘Sinema Bergama’

Yücel Tunca Sinema Bergama web belgeseliyle, Bergama sinemalarının 97 yıllık hikâyesi üzerinden bir kentin değişim sürecini anlatıyor.

Çoğu zaman şöyle oluyor, bir şeye dışarıdan bakan kimse onun barındırdığı değerin ayırdına daha fazla varabiliyor. Kentler için de böyle. Bergama’nın önce Kale Mahallesi’ne sonra da sinemalarına başka bir gözle bakmak, kıymet vermek ve anlatmak da taze Bergamalı Yücel Tunca’ya nasip olmuş.
Yücel Tunca ve Bergama’da kurduğu Sarı Denizaltı Sanat İnisiyatifi, Sinema Bergama web belgeseliyle dikkatimizi çekti. Bu belgesel sayesinde Bergama’da koca bir sinema tarihi olduğunu öğrendik. Gidip yakından tanıyalım dedik, Yücel Tunca’yla İstanbul’dan Bergama’nın ara sokaklarına uzanan hikâyesi ve Bergama’nın unutulmuş sinemaları üzerine sohbet ettik.

Söyleşinin tamamını podcast olarak dinlemek için;

Sinema Bergama’yı okumak/izlemek için; https://www.sinemabergama.com/

 

– Bergama’ya gelişinizden başlar mısınız? Nasıl düştü yolunuz buralara?

– İstanbul’da Galata Fotoğrafhanesi ve Fotoğraf Vakfı’nı yönetiyordum. İkisinin de kurucularındanım. İstanbul’da böylesi kurumların yaşam süreçleri yavaş yavaş dolmaya başladı. Biz de daha sakin bir hayata geçiş için, yine Galata Fotoğrafhanesi’nden ve Vakıf’tan bir grup arkadaşla beraber “bir fotoğraf kampı kursak, öyle bir kamp olsa ki hem biz daha kolektif, komünal bir şekilde yaşasak hem de atölyeler yapsak, festivaller düzenlesek, çok kafa bir yer olsa” dedik. 2015’ten itibaren bunun için gezmeye, yer bakmaya başladık. Antalya’dan yavaş yavaş yukarı çıktık. Seferihisar’da da çok gezdik, köylerine baktık, hatta minicik bir yer aldık, sonra içimize sinmedi sattık. Üniversite yıllarımdan, bir dönem de Galata Fotoğrafhanesi’nde beraber çalıştığımız bir arkadaşım Bergama’ya yerleşmişti. Bizim bu arayışlarımız sırasında bana sürekli “ne hâlâ dolaşıyorsunuz hâlâ, şahane yerler var burada” diyordu. Biz de Bergama’ya gidip gelmeye, köy köy gezmeye başladık.

Fakat bu iş zamana yayılınca bizim ekip yavaş yavaş dağıldı. Ben ve eşim Günseli ise Bergama’ya gidip geldikçe epey benimsemiştik. Baktık ki bayağı burada yaşamak istiyoruz, İstanbul’daki iş hayatımız, sosyal hayatımız doyma noktasına gelmiş. Bir sene içerisinde oradaki işlerimizi kapattık, 2017 yılında topladık eşyaları geldik.

– Fotoğraf kampı projesi yattıktan sonra başka bir planınız var mıydı kafanızda ?

– Ne yapacağımızı, ne üreteceğimizi, neyle meşgul olacağımızı çok fazla bilmeden ama sonuçta bildiğimiz, öğrendiğimiz ve yapmayı sevdiğimiz şeyleri sürdürme heyecanıyla geldik. İlk yıl bu bakımdan bir ısınma dönemi gibiydi. Gündelik hayata alışma bakımından değil ama. Bu bakımdan ben ikinci haftada bayağı rahatlamıştım. Hiç yabancı bir yerde yaşıyormuş gibi değildim yani.

– Öncesinde epeyce gelmişlik gitmişlik de olunca…

– Evet, sokakları, insanları yavaş yavaş tanıdık hale gelmişti zaten. Bu ısınma devri de geçince, İstanbul’da çok yapamadığımız, kafamızdaki, hayallerimizdeki işleri hayata geçirmek için bir şey yapmaya koyulduk. Bir sanat atölyesi kuralım, adı da Sarı Denizaltı olsun dedik.

– Beatles’ın ‘Yellow Submarine’i mi?

Onun bir animasyon bir filmi vardır, filmin hikayesi esin kaynağı oldu. 2018’de Sarı Denizaltı’yı kurduk. Bergama’da fotoğraf öğrenmek isteyen bir grup insanla buluştuk, atölyeler yapmaya başladık. Mümkün oldukça ayda bir söyleşi, film gösterimi gibi etkinlikler falan yapmaya gayret ediyorduk.

Sarı Denizaltı’nın kurucuları Günseli Baki ve Yücel Tunca.

– İlgi oldu mu peki Sarı Denizaltı’ya, bir potansiyelle buluşabildiniz mi?

– Sarı Denizaltı zaten çok küçücük bir yer, bizim evimizin alt katında ama sokağa kapısı olan, kendi başına bağımsız bir dükkân. Bizim çalışma odamız aslında. Düzenleyince yaklaşık 15 kişinin oturup söyleşilere katılabileceği, etkinlikleri izleyebileceği bir mekân oldu. O kapasite doluyordu. Bir etkinlik yaptığımızda dışarıda binlerce kişi kalmıyordu ama bizim anlattıklarımıza, beraber konuşacaklarımıza meraklı 15-20, hatta bazen 30 kişiye kadar çıkabilecek bir topluluk hep oldu. Bu atölyelere katılan, bu etkinliklerin temelini oluşturan arkadaşlar sonrasında da bizim birlikte üretim yaptığımız insanlara dönüştüler zaten.

2019’da atölye faaliyetlerini bıraktık, adını Sarı Denizaltı Sanat İnisiyatifi’ne çevirdik ve proje bazlı çalışmalar yapmaya başladık. İlk temel proje olarak da “Bir Mahallenin Hafızası: Kale” çalışmasına giriştik.

– Nasıl bir projeydi bu?

– Kale Mahallesi Bergama’nın Akropol’ün eteklerinde yer alan tarihi mahallesi. Şimdi idari olarak üç ayrı mahalleden oluşuyor ama halk hâlâ üçüne birden Kale Mahallesi diyor. Geniş bir yer… Burada kesintisiz şekilde 2300 yıldır, yani ta Bergama Krallığı’nın kuruluşundan bu yana hayat devam etmiş. Evler yıkılmış, üzerine yenileri kurulmuş. Halklar gitmiş, yerine başkaları yerleşmiş. Sürekli bir değişim içerisinde mahalle hep yaşamış. Biz bile şimdiki değişimin bir parçasıyız çünkü o mahallede yaşıyoruz, az sayıda da olsa bizim gibi dışarıdan gelen insanlar da yerleşmeye başladılar. Ve tüm bu süreç içerisindeki bütün değişimin izleri kalmış. Hem yapılar hem de insan hayatları hikâyeleri üzerinden o katmanları görebiliyorsun.

Biz de bu projede iki yönlü bir çalışma ortaya koyalım dedik. Bir yönü mahallenin hafızasını daha kişisel bir yerden oluşturmak olsun.  Birikmiş olan hafızayı ortaya çıkaracak belgesel bir yöntemle bakalım. Temelimiz psikocoğrafya olsun. Mahallenin içerisinde kaybolma, bir flanör ya da flanöz olarak dolaşma niyetinde olanlar oradan kendi birikimlerini elde etsinler, kendi hislerini toplasınlar. Daha özgün, yeni oluşan bir bellek gibi ortaya çıksın.

Bir yönü de bir belgesel yaklaşımı olsun, hem sokak hikayeleri sokak monografileri yapalım hem de portre hikâyeleri oluşturalım. Her fotoğrafçı kendine bir sokak, bir de mahallede yaşayan portre seçsin, bunların hikâyesini anlatsın.

Sistem öyle yürüdü. Aynı ekip Günseli’yle birlikte psikocoğrafik sürüklenmelerle izlenimlerini fotoğraf, harita ve metin olarak ortaya çıkardılar. Benle ise on tane portre, on tane de sokak hikâyesi anlattılar, fotoğraf çektiler, eski fotoğrafları topladılar ve metinlerini yazdılar.

– Projenin çıktılarını nasıl sundunuz?

– Bir sergi yapalım dedik. Ama Bergama’da düzgün bir sergi salonu yok. Ödüllü bir kültür merkezimiz var, BerKM, fakat fuaye alanına sıkıştırılmış sadece 7-8 metrekarelik bir sergi salonu var. Böyle bir yapı için komik bir şey gerçekten. Biz de araştırmaya başladık, mahallenin içerisindeki evleri gözden geçirdik, kullanılmayan bir sürü ev var, onların sahiplerini bulalım, dışarıdan elektrik falan çekelim derken çok merkezi bir yerde, İstiklal Meydanı’nda eski bir marangozhaneyi fark ettik. 20 sene önce çatısını belediye yaptırmış, bir dernek tarafından bir süre kullanıldıktan sonra pandemi döneminde boşaltılmış, eli ayağı düzgün bir yer. Burayı kiraladık. Panolar yaptırdık, aydınlatmasını hallettik, şahane oldu. Üstelik çalıştığımız mahallenin eteği…

– Anlattığınız tarihin de bir parçası olmuş hem…

– Evet, mekân da hafızanın bir parçası zaten ve mahalle inanılmaz bir ilgi gösterdi sergiye. Üstelik de İzmir depremine denk gelmişti, dört gün kadar ertelemiştik açılışı. Bir hafta on günlük bir sergiydi ve binden fazla kişi ziyaret etti. Mahalle halkı, teyzeler, amcalar, herkes… Müthiş bir şeydi, benim İstanbul’da açtığım sergilerde bin kişi girmiyordu içeri.

Çok ilgi gösterdi mahalleli. Biraz cüretkâr bir şey yapmış, çok uzun metinlere yer vermiştik, neredeyse duvarlar kitap gibi olmuştu. Ziyaretçiler içlerinden temsilci seçiyorlardı, o okuyor diğerleri dinliyordu. Kendi yöntemlerini buldular sergi salonunu gezmek için.

Serginin dışında bir de web sitesi yaptık çalışmanın sonuçlarını sunmak için. Sarı Denizaltı’nın web sitesinde projeler kısmının altında görülebilir. Orada arkadaşlarımızın topladığı bütün verileri girdik. Daha daraltılmış halini de kitap olarak yayımladık.

 

“Bir Mahallenin Hafızası: Kale” çalışmasının mahalledeki eski bir marangozhanede düzenlenen sergisi büyük ilgi gördü. 

 

– Böylesi çalışmaların kentin hafızası, belleği açısından değeri ne sizce? Mekânlar yok olup gidiyor, insanlar yok olup gidiyor, kalıcı kılmanın yolu bu çalışmalar mı?

– Biraz öyle. Bergama çok şanslı bu bakımdan. Çünkü ilham kaynağı olan, takip edilebilecek bir iz bırakan biri var Bergama için: Osman Bayatlı. Yanlış da söylemeyeyim ama 1920’lerde Bergama’ya öğretmen olarak gelmiş. Öğretmenliğinin yanı sıra, müze müdürlüğü, halkevi başkanlığı yapmış. Bergama Kermesi’nin kurucu karakterlerinden biri. Bütün bunların yanında yaptığı çok önemli bir şey var; neredeyse köy köy, insan insan dolaşarak Bergama’nın bütün kültürel arka planının hikayesini toplamış. Masalları, söylenceleri, şifalı ot bilgilerini, köy geleneklerini, antik dönem tarihçesini, aklınıza gelecek her şeyi… Şu anda elimizde birleştirilmiş vaziyette 5 ciltlik bir kitap toplamı var.

Geçmişe karşı kör olmamamızı sağlayan çalışmalar işte bunlar. Bu çalışmalara baktıkça şunu gördük; onun üst üste koyduğu kıymetli taşların üzerine aklı yeten, vakti yeten, enerjisi olan her birimiz bir taş daha eklediğinde, o kültür yapısı çok daha güçlenecek ve daha sonraki zamanlara aktarılabilecek.

Sadece zamansal bir aktarım da değil üstelik. Bugüne dair önemli faydaları var. Ben mesela Bergama’da günlük hayatın rutini içerisinde herhangi bir yerdeymişçesine yabancılaşmış şekilde yaşıyorum. Ne zaman ki sen “bir dakika, şurada şöyle bir sinema vardı, o sinemayı işleten şöyle birisi vardı ve şöyle bir olay olmuştu” diye anlatıyorsun, beni o yabancılaşmanın içerisinden çıkarıyorsun, yaşadığım kent hakkında tekrar düşünmeye yönlendiriyorsun.

Dolayısıyla bu taşları üst üste koymakta hem geleceğe dair bir hareket var, hem de bugün için uyarıcı olan, “yaşadığın yeri fark et, yaşadığın zamanı anlamaya çalış” diyen bir şey var. O nedenle de buna dair her şeyi çok önemli ve kıymetli buluyorum.

Öncesinde çok uzun yıllar gazetecilik yaptığım için, mesleğin bir deformasyonu herhalde, daha günlük şeyler olarak görüyordum hikâyeleri. Dolayısıyla bu kadar etkileşimli, toplumsal hayatın içerisinde belirleyici, söylediğin gibi bir bellek birikimini oluşturacak çalışmalar dikkatimi çekmiyordu…

– Haber değeri taşımak denen şeyin anlamı değişmiş sizin için o zaman, geleneksel gazetecilikten farklılaşmış?

-Evet evet. Şimdi o algı çok değişti bende. O yüzden de bunun gibi uzun soluklu işlere girme motivasyonu buluyorum kendimde.

– Bergama’nın sinemalarını anlatma motivasyonu da buradan doğdu o halde? İlk çalışmanın başarısının verdiği bir cesaret de var…

– Etkisi var ama cesaret almak gibi değil pek. Günseli için de değildi sanırım. Bir şey yapmak istersin ya, ne olursa olsun yaparsın yani, sonuçsal bir beklenti yoktur o anlamda. Bitince kıyamet de kopmayacaktır zaten. Sadece seni hakikaten mutlu eden şeyler oluyordur. Öyle bir şeydi bizim için daha çok. Mesela o sergi salonuna 1000 kişinin girmesi, 92 yaşındaki nineyle sergide sohbet etmen, bir tanesinin çıkıp “metinde 1968 yazmışsınız ama yanlış, 66 olacak” diye düzeltmesi. Bunlar, yani yaptığın işin bir yere dokunduğunu görmek mutlu ediyor.

Tabii insanların hikayelerini dinledikçe, başka hikayelere karşı da merakım arttı. Ve ondan sonra da sinema hikâyesi iyice oturdu yerine.

– Bergama’nın anlatmaya değer bir sinema geçmişinin olduğunu da bu ilk çalışma sırasında dinlediğiniz hikâyeler sayesinde mi fark ettiniz?

– Fikir bu çalışmaya başlamadan önce çıkmıştı ortaya. Burada eski taş kagir bir binada hâlâ çalışan 60 yıllık bir sinema var, Şen Sineması. Önceki Belediye Başkanı Mehmet Gönenç’e bunun bir hikâyesini çalışmaya niyetli olduğumu söylemiştim. O da “iyi yapıyorsun ama Bergama’nın sinema tarihi çok daha eski, mesela Bolşevik Cavid diye bir karakter var, ilk sinemayı kuran adam. Onunla ilgili de şöyle bir kitap da var hatta” dedi. Ben hemen o kitabı buldum, birkaç eski sinemacıyla konuştum. Yirmiye yakın sinemadan bahsettiğimizi fark edince bunun tek bir sinemanın hikayesi olmayacağı, Bergama’da sinemanın hikayesi olacağı netleşti kafamda. Hikâyeyi genişlettim ve ulaşabildiğim bütün sinema sahipleri, çalışanlar ve izleyicilerle görüştüm.

– Kaç sinema varmış?

– 28.

– Mekân olarak varlığını koruyanlar?..

– Şen Sineması çatır çatır çalışıyor hâlâ. Film izleyebildiğimiz tek yer orası. Şimdi otopark olarak kullanılan iki tane var. Ben çalışırken fotoğraflarını çekebildiğim Onur Sineması vardı, bu yaz tekrar gittiğimde yıkıldığını ve yerinde bir apartman inşaatı başladığını gördüm. Son kaybolan yer orası oldu yani.

– Daha çok insanların hafızasından izleri sürdünüz o halde.

– Öyle oldu. Fotoğraflar bulmaya çalıştım. Hemen hemen hiçbir sinemanın fotoğrafı yok ama burada sinemalarda düğünler yapılıyormuş, hâlâ da öyle… Biz de dedik eski aile albümlerine girelim, sinemalarda yapılmış düğünlerden fotoğraflarla o sinemanın görüntülerini elde edelim. Böyle bir çağrı yaptık, kulaktan kulağa yayıldı. Öyle ki demin bahsettiğimiz Bolşevik Cavid Bey’in hayatta olan kızına bile buradan ulaşabildim.

– Yeri gelmişken Bolşevik Cavid’in hikâyesine de değinir misin?

– Tabii, Bolşevik Cavid’in Bergama’ya yerleşme hikayesi tam bilinmiyor. Kökeni Selanik, Manastır. Kurtuluş Savaşı’nda askermiş, İstanbul civarında bir yerlerde görev yapmış, o dönemlerde siyasi bakışı çok değişmiş, giderek solcu bir komünist haline gelmiş, arkadaşları onun solculuğu yüzünden ona Komünist ya da Bolşevik Cavid demeye başlamışlar. Bir şekilde aile bireylerinin de herhalde etkisiyle gelip Bergama’ya yerleşmiş.

Ticaret Odası’nın kayıtlarından görüyoruz ki 1920’lerde bir kahvehanesi olmuş. Ayrıca bir oteli var. Otelin adı Cumhuriyet Oteli. Sineması var, bahçesi var. Bunlar kayıtlı. Sinemasının ilkini Bergama’nın Kale Mahallesi’nin eteklerinde, Abacıhan Yokuşu’nda açmış. Bazılarının söylediğine göre ahşap sandalyelerle 100-200 kişi alan bir sinema. Çok iptidai, elektrik de yok tabii, avluya konan bir jeneratörle çalıştırılan bir sinema makinesi, kurmalı bir gramofon. Gramofondan Beethoven çalıyor Mozart çalıyor. Film gösterimlerinin öncesinde özellikle kadınlara perdenin önüne çıkıp nutuk atıyor. Kültürün ne kadar önemli olduğunu, sinemanın ne kadar kıymetli olduğunu anlatıyor, çocukları bedava içeri sokuyor…

Bolşevik Cavid Bey (Cavit Gizer).

 

– Bolşeviklik burada da var yani…

– Tabii, sehpanın üstünde hep bir Tan gazetesi var. Kızının anlattığına göre köylere araba gönderip köylüleri bedava sinemaya getiriyor, görsünler de alışsınlar diye.

Kaç yılında açmış sinemayı?

– 1924 olduğunu sanıyoruz, 1944 tarihli bir ilanda “20 yıldır Bergamalıların hizmetindeyiz” diyor. Eğer o yuvarlama bir laf değilse, 1924 yılında açmış olmalı. Sekiz on sene kadar Abacıhan’da kaldıktan sonra, şimdi İstiklal Meydanı’nda market olan yapıya esas sinemasını açıyor. Cumhuriyet Sineması diyor ona. Adı konmuş ilk sinema bu aynı zamanda. Öteki “Cavit’in Sineması” diye anılıyor, hatta dönemin gazetelerindeki ilanlarda bile “Cavit’in Sineması” olarak geçiyor.

– Belgeselden bu kadar tadımlık yetiversin, daha fazlasını merak eden okurlarımız web sitenizi inceleyebilirler. Daha keyifli olur hem. Ben son olarak şunu da merak ediyorum? Neden web belgeseli gibi bir sunum biçimi tercih ettiniz?

– Aslında çok naif bir temel nedeni var. Sözlü tarih çalışmasında insanların hafızalarında kırılıp bükülen bilgileri alıyorsunuz, hepsinin teyide ihtiyacı var. Fakat resmi kayıtlarda bir tutanağa dönüştürülmüş, belgelenmiş şeyler olmadığı için, bunu ancak başka sözlü tarih anlatımlarıyla karşılaştırarak yaklaşık bir doğrulamaya gidiyorsunuz. Ben de şu şansı kullanmak istedim, bunu bir süre web sitesinde tutayım, insanlar okusunlar, baksınlar ve bir düzeltme gereği ya da eksiklik gördüklerinde katkı yapabilsinler.

– Sergideki “68 yazmışsın ama aslında 66” diyen ziyaretçi gibi…

-Evet, mesela “Onun adı var ama benim yok” diyebilsinler… Ki çıktı da…

Yani web sitesinde bir demlenme süreci yaşasın. Çünkü bunun bir kitap olması lazım ama kitabın geri dönüşü yok. Yayımlandıktan, kitaba girdikten sonra doğrulanmış bilgi gibi bir şeye dönüşüyor çünkü. Bu yüzden önce web sitesinde biriksin dedik. Ama öyle bir malzeme var ki; eski zaman videoları, ses kayıtları, eski fotoğraflar, yeni fotoğraflar… Dolayısıyla cümbüşlü bir seyir şansı da var gibi gözüktü. Bunu sanki bir filmmiş gibi yapalım dedik; birinci yarı, ikinci yarı, arada çekirdek gazoz hikâyeleri… Müzisyen yeğenlerimden de destek aldım. Fonda çalan uygun bir müzik eşliğinde okunacak, izlenecek bir şey çıktı ortaya.

Bergama’da sinema tarihine emeği geçenlerle Sinema Bergama buluşması. Foto: Günseli Baki.

– Bundan sonra da “köy sinemaları” üzerine bir çalışma var kafanızda diye duymuştum, doğru mu?

– Başladım bile.

– Bu denli zengin bir hikayesi var mı köy sinemalarının da?

– Sineması olan 14 köy saptamış durumdayız şu ana kadar. Galiba altı yedi tanesi kapalı sinema. Şimdi hiçbiri çalışmıyor tabii, depoya falan dönüşmüşler. Diğerleri de yazlık sinemalar. Bunların dışında bir de taşımalı sinemacılık var. Bir motosikletle geliyor sinemacı, perdeyi kuruyor, topladığı sandalyelerle köy meydanında gösteri yapıyor. Sonra ertesi gün başka köye… Şimdi bu köylerin hikâyelerini topluyorum.

– Sadece bir ilçede 28 tane sinemadan, sineması olan 14 köyden söz ediyorsunuz. Şimdi ise sinema için İzmir’e AVM’ye gitmek gerekiyor. Bu noktaya nasıl gelindi sizce, bu çalışmaların size düşündürdüğü bir neden var mı? İlk akla gelen şey, televizyon mu esas sebep mesela?

– Tek bir sebep yok, herkesin bence toplamı oluşturan doğru fikirleri var. Televizyon bir. Ama bakıyorsun ki ölmemiş, devam etmiş. Videolar girmiş sonra, bir darbe daha vurmuş. Türkiye’deki sinema üreticileri, yapımcılar paniklediklerinde eski hikayeleri tekrar çekmeye başlamışlar. Millet de “bu ne ya, biz bunu kaç kere seyrettik” demiş. O da yetmemiş, seks filmleri çevirmeye başlamışlar. O zaman sinema salonlarının en büyük izleyici kadrosu olan kadınlar ve çocuklar sinemalardan çıkmış ve onları geri döndürmek kolay olmamış. Patır patır sinema salonları kapanmaya başlamış. 2000’li yıllarda tekrar yeni çağın sinema salonları açılmaya başlandığında da şöyle bir durum ortaya çıkmış. Eskiden anne baba, çoluk çombalak yedi kişi sinemaya gittiğinizde, 50 kuruştan üç dört lira para yapardı. Düşük gelirli ailelerin bile zaman zaman yapabildikleri bir şeydi bu. Şimdi ise yedi kişilik bir ailenin sinemaya gidip gelmesi, gazozuyla, mısırıyla 500 liraya yaklaşabilir. O yüzden de kitleselliğini kaybetmiş. Bir kültürel değişimle bireysel eğlencelerin ön plana çıkması da tabii…

– Sinemalar aynı zamanda mahallenin bir araya geldiği sosyal mekanlardı, değil mi?

– Tabii, dolayısıyla 90’lardaki iktisadi, kültürel kırılma sinemanın da altını oydu. Hem içerik olarak hem de ekonomik olarak içi boşalınca sonuç bu oldu, eski sinema geleneği bu hale geldi.

Bu gelenek Bergama için şöyle bir tarihselliğe de oturuyor üstelik. Bazı tarihçilere göre Bergama’daki antik tiyatroların seyirci kapasitesini topladığında 100 bin kişi yapıyor. Aynı dönem içerisinde var olan tiyatrolardan bahsediyoruz. Yani biri yıkılmış da sonra bir başkası kurulmuş değil. Askleipon’da var, şehir merkezinde iki tane var, yukarıda kalede var. Dört tane tiyatro eş zamanlı kullanılıyor ve bunların toplam kapasitesi yüz bine kadar çıkıyor. Böyle bir seyir kültürü var bu bölgede. Bizi 28 sinemaya kadar getiren de bu mu diye merak edip, belgeselin bir bölümünde bir arkeolog arkadaşımızla da konuştuk. Demek ki Bergama’nın kendi dünyasında seyirlik durumlara karşı bir heyecan ve ilgi var. Böyle bir tarihsel köke sahip şimdi giderek yok olan bu sinema geleneği.

– Belki yavaş yavaş sönmesi kaçınılmaz ve bunu engellemek de mümkün değil. Ama sizinki gibi çalışmaların bu geleneklerin hatırda kalmasını ve gelecekte belki başka biçimde yeniden gelişmesi için bir iz bırakmasını sağlamak gibi bir rolü de var mı sizce?

– O dönemlere geri dönmek mümkün değil belki. Bunu istemek bile saflık. Çünkü başka bir şeyiz artık. Başka bir zihnimiz var, başka bir gerçekliğin içinden geçip gidiyoruz. Dolayısıyla onlar geride kalmış dönemler. Elbette böyle çalışmaların da, az önce konuştuğumuz gibi, hem bugüne dair bazı sorulara yanıt vermek hem de kent kültürü için bir şey bırakmak gibi bir yararı var.

Ama bir de şuna yarıyor, bu işi yaparken beni heyecanlandıran kısımlardan bir tanesi de bu. Sinemasını kapatmış arkada artık elektrikçilik yapan Beytullah Usta’nın hikayesini anlatmak onun emeğine sunulmuş bir saygı göstergesi aynı zamanda. Çünkü biliyoruz ki onun hikayesi ailesi içerisinde bir iki nesil daha anlatıldıktan sonra kaybolup gidecek. Ama bir yerlerde kayıt altına alındığında, tıpkı Bolşevik Cavid’in hikayesi gibi, hakkı teslim edilmiş olacak. Varlıklarının altını çizmek gibi. Sırf böyle bir sonuç olsa bile, bu bana çok iyi geliyor gerçekten.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir