Şehirleşme mi? Şehirlileşme mi?

Şehirleşme ve şehirlileşme kavramları birbirine benzer görünse de aslında gerek niteliksel gerekse niceliksel olarak çok farklı anlamlara sahiptir. Bu kavramlardan ilki fiziki ve coğrafi bir kolektif eylemi ifade ederken, ikincisi toplumsal yani sosyolojik bir kimlik inşasına işaret etmektedir. Başka bir ifade ile söz konusu kavramlardan ilkinin bir nesneleşme aşaması diğerinin ise inşa edilen nesnenin özneleşme süreci olduğu söylenebilir. Modern kent sosyolojisinde bu aşama ve süreçler fiziki ve işlevsel kentleşme kavramlarıyla da ifade edilmektedir.
Fiziki kentleşme yani şehirleşme belli bir yerleşim alanının göç ve doğum yoluyla nüfusunun artmasına paralel olarak kentsel alanların genişlemesi olayıdır. Bu genişleme eylemi aynı zamanda altyapı, eğitim, sağlık ve ticari alanlardaki gelişmeyi de beraberinde getirmektedir. Fakat bu fiziksel genişleme ve nüfus artışı söz konusu yerleşim yerinin şehirlileştiği anlamına gelmemektedir. Zira işlevsel kentleşmenin bir sonucu olan şehirlileşme sadece fiziksel ve demografik büyümeden çok daha fazlasını ifade eden bir kavramdır. Kaldı ki bir şehir milyonlarca nüfusa sahip olarak şehirleşme eylemini gerçekleştirmiş olabilir, fakat bu devasa nüfus yığını söz konusu şehrin şehirlileştiği manasına yol açamaz. Yeri geldiğinde elli bin nüfusa sahip bir kent, milyonluk kentlerden daha fazla şehirlileşme oranına sahip olabilir. Bu durumda işlevsel kentleşmenin önemi göz önüne çıkmaktadır.
İşlevsel kentleşme belli bir şehirde yaşayan insanların karşılıklı etkileşimle değişen davranış ve kimlik inşa süreçlerini kapsamaktadır. Bu konuyu biraz daha açmamız gerekirse, işlevsel kentleşme bir şehirdeki insan topluluklarının kendilerini ve şehirlerini tanımlama, benimseme ve şehirleri ile ilgili konularda bir dünya görüşüne sahip olma eylemidir. Başka bir deyişle, işlevsel kentleşmenin şehre özel bir yerel kimlik inşa etme, şehir ile orada yaşayan insan topluluğu arasında öznel bağlara dayanan bir yerel medeniyet oluşturma süreci olduğu söylenebilir. Kaldı ki şehir olarak dilimize çevrilen Yunancada “polis”, Arapçada “medine”, Fransızcada “cite”, İtalyancada “citte” ve Almancada “stad” sözcükleri bulundukları dillerde “uygarlık” veya “medeniyet” anlamına gelmektedir. Hatta Latincede şehri ifade etmek için kullanılan “urbs” ve “civitas” sözcükleri direkt belli bir medeniyetin içerisinde yaşayan yurttaşlar anlamına gelmektedir. Dolayısıyla şehir sözcüğünün etimolojik kökenlerinin fiziki kentleşmeden daha çok işlevsel kentleşmeye işaret ettiği, fiziki ve demografik büyümenin ortak bir yerel kimlik ve medeniyet yaratılmadığı sürece şehir inşa edemeyeceği söylenebilir. Daha açık bir ifade ile fiziki kentleşme bir şehrin bedenini, işlevsel kentleşme ise beden bulan bu şehrin ruhunu, zihnini ve belleğini oluşturmaktadır. Bu nedenle sağlıklı bir insanda nasıl beden ve ruh sağlığı arasında birbirini tamamlayan bir bütünlük ilişkisi varsa gerçek bir şehirde de fiziki ve işlevsel kentleşme yani şehrin bedeni ve ruhu/kimliği arasında bir nedensel bütünlük ilişkisi vardır. Zira kendi yerel kimliğini, kültürünü, medeniyetini oluşturamayan, içinde barındırdığı insan toplumları arasında aidiyet bağı oluşturamayan bir şehir, beton yığını ve kuru kalabalıktan ibaret bir yerleşim yerinden başka bir şey ifade etmez.
Peki, bu işlevsel kentleşme yani belli bir şehrin kimlik ve ruhunun oluşum süreci nasıl gerçekleşir? Öncelikle sadece şehir toplumunun değil aynı zamanda ulustan ulus ötesi olgulara kadar bütün insan topluluklarının kimlik ve kültür inşa süreci dilimize “kültürleşme” olarak çevrilebilecek İngilizcedeki “acculturation” eyleminin bir sonucudur. Kültürleşme, dikey ve yatay olmak üzere birbirini tamamlayan iki dinamik toplumsal süreci kapsamaktadır. Dikey kültürleşme, belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan toplumlarının tarihsel süreç içerisinde ilk otokton (yerli) toplumdan günümüze kadar geçen dönemde ortaya çıkan kültür ve kimlik kodlamasıdır. Zira bu kimlik ve kültür kodlaması asırlar süren bir yerel birikimin, karşılıklı etkileşimin ve bir arada yaşama sürecinin bir sonucudur. Yatay kültürleşme ise dikey kültürleşmeye ivme veren, onun dönüşümünü sağlayan, daha da önemlisi onun kısa vadede yenilenmesini sağlayan bir toplumsal etkileşim sürecidir. Örneğin İstanbul şehrini ele alalım, İstanbul 1453 yılında Türk kontrolüne geçtiğinde Roma-Latin-Grek-Ortodoksluk sentezine dayalı binlerce yıllık bir otokton kültüre sahipti. Türklerin bu şehre gelmesi ile yerli kültür ile Türkler arasında asırlar süren bir zaman diliminde binlerce belki de on binlerce yatay kültürleşme, yani karşılıklı adet, gelenek, görenek, fikir ve düşünce alışverişi yaşandı ve sonucunda bir İstanbul kültürü, İstanbul müziği, İstanbul mutfağı, İstanbul adabımuaşereti ortaya çıktı. Daha da önemlisi bir İstanbul ve İstanbullu kimliği oluştu. Mesela günümüzde fasıl olarak da adlandırılan ve genellikle İstanbul ile özdeşleşmiş Türk Sanat Müziği bile eski Bizans Ortodoks İlahileri, İslam Tasavvuf müziği ve Osmanlı Divan Edebiyatının bir karşılıklı sentezi yani asırlar süren dikey ve yatay kültürleşmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Fakat günümüz İstanbul’u için bir İstanbul kültürü veya bir İstanbullu kimliğinden bahsetmek maalesef pek olanaklı değildir. Zira İstanbul, 1960’lı yıllarda yavaş tempolu, 1970’li yıllardan günümüze kadar geçen süre içerisinde de adeta çığ gibi artan bir göç almıştır. Bu göç sürecinde ise gerek yerel İstanbul’un otokton halkı ile göç eden kitleler arasında gerek göç eden kitlelerin birbirleri arasında yatay bir kültürleşme süreci yeteri kadar yaşanmamış, yatay kültürleşmenin dinamik ve dönüştürücü etkisi olmadığı için dikey kültürleşme de yozlaşmış hatta büyük oranda yok olmuştur. Daha da vahimi otokton İstanbul kültürü, hem gayrimüslim azınlıkların büyük oranda şehri terk etmesi hem de özellikle 2000’li yıllardan sonra İstanbul’un yerli nüfusunun şehirden Bodrum, Marmaris, İzmir gibi Ege şehirlerine hızlı bir şekilde göç etmeye başlaması nedeniyle ciddi bir erozyona uğramıştır. Dolayısıyla bugün Esenler’de, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de Sultanbeyli’de açıkçası İstanbul’un her ilçesinde büyük oranda kendi içine kapanmış, birbirinden oldukça kopuk ve ortak bir kimlik ve kültür yaratmaktan uzak farklı farklı İstanbul’lar ortaya çıkmıştır. Hatta bu karşılıklı kültürleşmeden yoksun şehirleşmenin İstanbul’a farklı kültürlerden gelen kişiler üzerinde Durkheim’in “anomi” olarak adlandırdığı bir köksüzleşmeye, gelinen köken kültüre ait değerleri kaybederken, yerine yenisini koyamamaya dayalı bir kimlik krizine yol açtığı söylenebilir. Bu kültürleşme yani işlevsel kentleşme olmadan şehirleşmenin toplumsal açıdan ne derece zararlı olduğunu sadece İstanbul örneği ile sınırlandırmak da doğru değildir. Mesela günümüzdeki Bodrum’da bu duruma çok güzel bir örnektir. Şu anki Bodrum’un, Bodrum’u dünyaya tanıtan ona aşkla bağlı Cevat Şakir’in (Halikarnas Balıkçısı) Bodrum’undan ne derece farklı olduğu aşikârdır. Zira zayıf işlevsel kentleşme nedeniyle Bodrum’a göç edenler Bodrumlulaşacağına yani yerel kültür ve kimliği benimseyeceğine, daha da önemlisi onu zenginleştirerek dönüştüreceğine, Bodrum Türkiyeleşmiş, kendi otokton kültürünü büyük oranda kaybetmiştir. Ne yazık ki günümüzde Bodrum denildiğinde çoğu kişinin aklında oluşan ilk intiba lüks gece hayatı, güneş, deniz, kumsal ve sosyetik magazin haberleri ile sınırlı hale gelmiştir. Bodrum’un tarihi, doğası, yerel kültürü, Bodrumlu olmanın ne demek olduğu Bodrum’a yerleşen çok az kişinin önemsediği bir husus haline gelmiştir. Kısacası Bodrum, şehirleşmiş ama şehirlileşememiştir. Maalesef günümüzde bu örneği Çeşme, Alaçatı, Kuşadası, Marmaris, Fethiye gibi sahil kentlerimizden Ankara, Bursa, İzmir gibi büyükşehirlerimize kadar genişletebiliriz. Her yerde açık bir şekilde artan fiziki şehirleşmeye, yavaş veya hiç olmayan bir işlevsel şehirleşme eşlik etmektedir. Başka bir deyişle, şehirlerimizin bedenleri büyürken, ruhları körelmekte, zihinleri gelişmemekte, daha da acısı binlerce yılda oluşan kolektif bellekleri yok olmaktadır.
Şimdi gelelim Seferihisar’a… Seferihisar’da yüzlerce yılda oluşan bir otokton yani yerli kültür ve kimliğin varlığı söz konusudur. Bu kültür ve kimlik son iki yüz yılda Mora’dan, Girit’ten, Rumeli’den ve Orta Anadolu’dan gelen göçmenlerle zenginleşmiş ve kendini dönüştürmüştür. Daha da doğrusu bölgemizde dinamik bir yatay kültürleşmenin sonucu olan bir dikey kültürleşme söz konusudur. Bu süreç 1980-2010 yıllar arasında daha çok emekçi kesimlerin göç etmesiyle devam etmiştir. Fakat 2010’lu yıllara kadar yaşanan bu kültürleşme sürecinde yani yerel kimlik ve kültür inşa aşamasında dikkat çeken husus, göç olayının kısmen yavaş yavaş artması ve kültürleşme için yeterli geniş bir zaman dilimine yayılmasıdır. Fakat 2010’lu yılların başından itibaren Seferihisar’a özellikle büyükşehirlerden olmak üzere çığ gibi artan bir göçün varlığı söz konusudur. Bu hızlı nüfus artışı beraberinde fiziki şehirleşmeyi yani betonlaşmayı da getirmiştir. Ayrıca göç eden kesimler ile yerli kültür arasında bir karşılıklı etkileşimin de varlığı söz konusudur. Bu etkileşiminin yani yatay kültürleşmenin nasıl sonuçlanacağı da henüz belli değildir. Daha doğrusu Seferihisar ileride bir Bodrum veya Çeşme gibi kimlik erozyonuna mı uğrayacaktır, yoksa Bozcaada veya kısmen Datça gibi hızlı fiziki şehirleşme ile birlikte yine hızlı bir kültürleşme sürecine mi girecektir, bu belli değildir. Başka bir ifade ile gelen devasa göç sonucunda ortak bir aidiyet bilinince sahip binlerce yeni Seferihisarlı mı olacak, yoksa Sığacık’ta, Ürkmez’de, Akarca’da, Turabiye’de farklı farklı birbirinden kopuk Seferihisarlılarla mı karşılaşacağız, bunu henüz bilemiyoruz. Fakat önümüzdeki on yıl içerisinde bu sorunların cevaplarını verebileceğimizi düşünüyorum. Temennim, Türkiye’nin dört bir yanından, hatta yurt dışından gelen insanlarla yerli halkın kaynaştığı, yatay ve dikey kültürleşme süreçleri sonucunda bu şehre ait ortak bir kimlik ve aidiyet bilincinin oluştuğu yani şehirleşirken aynı zamanda şehirlileşmiş bir Seferihisar görmektir…

KAYNAKÇA ve İLERİ OKUMA:
– Adıgüzel, Y. (2016). Göç Sosyolojisi. Ankara: Nobel Yayınları.
– Bostan, H. (2017). Türkiye’de İç Göçlerin Toplumsal Yapıda Neden Olduğu Değişimler, Meydana Getirdiği Sorunlar ve Çözüm Önerileri, İstanbul Üniversitesi Coğrafya Dergisi, Saı:35, ss.1-16.
– Dunleavy, P. (1980). Urban Political Analysis. Londra: Macmillian.
– Durkheim, E. (1954). The Elementary Forms of Religious Life. Londra: Allen&Unwin Press.
– Goffmann, E. (2015). “ Yüz Yüze Etkileşimin Yapısı” (Çev. G. Altaylar). (Ed. A. Gidens). Sosyoloji Başlangıç Okumaları (İçinde: 85-93). İstanbul: Say Yayınları.
– Koçak, Y. ve Terzi, E. (2012). Türkiye’de Göç Olgusu, Göç Edenlerin Kentlere Olan Etkileri ve Çözüm Önerileri, Kafkas Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt:3, Sayı:3.
– Slattery, M. (2012). Sosyolojide Temel Fikirler. (Çev. Ü.Tatlıcan ve G. Demiriz). Ankara: Sentez Yayıncılık.
– Şen. M. (2014). Türkiye’de İç Göçlerin Neden ve Sonuç Kapsamında İncelenmesi, Çalışma ve Toplum Dergisi, Sayı: 40, No :1.
– Power, A. (2015). “Yoksul Bölgeler ve Toplumsal Dışlanma”, (Çev. G. Altaylar). (Ed. A. Gidens). Sosyoloji Başlangıç Okumaları (İçinde: 488-503). İstanbul: Say Yayınları.