Robi ile tanışmamızı anlatarak başlayayım hikâyeye. İstanbul Tarabyaüstü’nde bahçe içinde iki katlı bir evin ikinci katına yeni taşınmıştık. Kedi nüfusundan dolayı seçmiştik bu evi; çünkü çok kullanışlı, kocaman bir çatı katı ve neredeyse teras diyebileceğimiz balkonu vardı. Balkonu güzelinden bir tel örgüyle kapatıp kedilerin güvenliğini de sağlama alınca her şey tamam oldu. Evi kısa zamanda keşfettiler ve sevdiler. Ben onlardan daha zor alıştım eve aslına bakarsınız. Ev sürprizlerle doluydu çünkü. Birini anlatayım mesela; kedilerin tuvaleti balkonun bir köşesindeydi. Bir gece, evdeki ilk kedi tuvaleti temizliği için balkona çıktım. Sisli, bulutlu bir geceydi ve dolunay vardı. Kum kabını boşalttıktan sonra, hem kabı hem de balkonu yıkamak için, balkondaki musluğa hortum bağladım ve musluğu açtım. Kısa süre içinde bir buhar bulutunun ortasında kaldım. Ne oluyor diye bakınırken suyun neredeyse kaynar olduğunu fark ettim. Tek musluk olduğu için ılıtma imkânım da yoktu. Kediler ve ben bir buhar bulutunun içinde yaptık temizliğimizi. Komşular bu manzara karşısında pek meraklandılar ama daha tanışmadığımız için kimse bir şey sormadı. Dışarıdan epey ilginç görünüyorduk herhalde. Sahi balkon musluğu neden sıcak suya bağlanır ki?
Neyse, böyle böyle yaşayıp giderken, bir sabah kedilerin mamasını vermek için balkona çıktığımda yeni bir sürprizle karşılaştım. Bizim kadroluların dışında iki yavru kedi daha vardı balkonda. Biri beyaz, uzun tüylü sarı kuyruklu, diğeri de çok koyu kahverengi üzerine seyrek sarılar serpiştirilmiş iki yavru kedi. Sakince dağıttım mamaları, çünkü korkarlarsa kaçacağız diye tehlikeli hareketlere başvurabilirdi iki yabancı. Bu devam etti böyle. Her sabah mama yemeye geliyor, karınlarını doyurunca geldikleri gibi balkonun yan duvarına yaslanmış çınar ağacını kullanarak gidiyorlardı. Bir gün baktım ki esmer olan yavru gelmiş ama beyaz olan yok. Tavuk vardı o gün menülerinde. Verdim yemeklerini, içeriye girdim ama içim rahat etmedi. Beyaz yavruyu aramak için bahçeye indim ve gördüğüm manzara karşısında gözlerime inanamadım: Esmer çocuk, kendi yemeğini aşağıya indirmiş ve arkadaşına ikram etmişti. Baktım, beyaz olan irileşmiş ve balkon tellerinden içeriye sızamayacak boyutlara gelmişti. Diğeri de onun bu mağduriyetini gidermeye çalışıyordu. Onların bu dostluğunu, dayanışmasını tüm kalbimle selamladım ve eve davet etmek zorunda kaldım. Kabul ettiler. Beyaz olanın adı Robinson (kısaca Robi diyoruz), esmer olanın da Cuma oldu.
Birlikte evler, semtler değiştirdik. Sonra Seferihisar’a yerleşme fikri olgunlaşınca benim İzmir-İstanbul trafiğim sıklaştı. Eşim Seferihisar’daki evimizin inşaatı için İzmir’de yaşamaya başlamıştı. Yılbaşı arifesinde ben de eşimin yanına gitmeye hazırlanırken, Robi’nin keyifsiz olduğunu fark ettim. Hemen veterinerimize gittik. Birkaç dişinin çekilmesi lazımdı. Anestezi alacağı için bir de böbrek değerlerine bakalım dedik ve hafif düzeyde böbrek yetmezliği olduğu ortaya çıktı. Veteriner klinikte kalıp, destek tedavisi alması gerektiğini söyledi. Robi’yi klinikte bırakıp Seferihisar’a geldim. Kızım her gün ziyaret ediyordu. Evi Kadıköy’de kliniğin birkaç sokak arkasındaydı zaten.
31 Aralık sabahı kızım aradı, Robi’nin yeni yıla klinikte bir kafeste girmesine gönlünün razı olmadığını ve eve alacağını söyledi. Veterinerimiz Aytaç Bey’in onayı olursa neden olmasın dedim. Gitti, sağ olsun Aytaç Bey olur demiş, Robi’yle birlikte eve gitmişler.
Yılbaşı ertesi tatil tabii. O günü de birlikte geçirdiler. Ertesi gün kliniğe gidecekti Robi. Fakat beklenmedik bir olay olmuş ve Robi evden kaçmış. Yatak odasının penceresini bir şekilde açmış ve birinci kattan arka bahçeye inerek firar etmiş. Epey aradılar o gün. Ben de hemen İstanbul’a döndüm ve olay mahalline intikal ettim. Aksi gibi o gece çok sıkı kar yağdı. Sabahı beklerken içim içimi yedi. Dişleri iltihaplı, böbrekleri zayıf ve kar var. Güneş doğar doğmaz indim arka bahçeye ve aramaya başladım. Yok, sırra kadem basmış.
Hemen el ilanları bastırdık, Bahariye Caddesi’ni ve bütün sokakları bunlarla donattık. Besleme noktalarındaki hayvanseverlerle görüştük. Geriye sokak sokak aramak kaldı. Kadıköy’ün ilginç ve güzel bir yerleşimi vardır. Birbirine paralel iki sokağın arka bahçeleri büyük bir avlu oluşturur. Kediler için cennet gibidir buralar. Sığınabilecekleri, beslenebilecekleri yemyeşil bahçeler. Bu bahçelere geçebilmek için önce dükkân sahiplerinden ricacı oldum. İzin verdiler sağ olsunlar. Her dükkânın arka bahçesinde “Robiii” diye bağırdım, bu arada beni tanıyan dükkan sahiplerine albüm imzaladım, fotoğraf çektirdim. Bazı evlerin de arka bahçelerine geçtim ama hafta içi olduğundan çoğu evde kimse yoktu, mecburen geniş çaplı operasyonu hafta sonuna bıraktım.
O hafta umut içinde aradım Robi’yi. Bir yere sığınmıştır, çok yakışıklı olduğu için birinin gönlünü çelip bir eve kapılanmıştır diye korudum iyimserliğimi. Nihayet hafta sonu geldi ve kızımla birlikte çıktık, bodrum katlarında yaşayan ev sahiplerinden rica edip balkonlarına, bahçelerine bakmaya başladık. Bütün gün bahçeleri gezdik. Akşamüzeri olduğunda, Moda Havuz Meydanı’ndan Yoğurtçu Parkı’na inen caddedeki evlere geldi sıra. Başladık zilleri çalıp derdimizi anlatmaya. Herkes üzüntümüzü paylaştı, kapısını açtı, birlikte arka bahçelerine baktık. Beş ya da altıncı apartmanın bodrum katının zilini çaldığımızda orta yaşlarını henüz geride bırakmış bir kadın pencerede belirdi ve çok sert bir tonda, “Ne istiyorsunuz?” dedi. Biraz gerildik ve meramımızı sanırım kem küm ederek anlattık. “Yok burada öyle bir kedi” dedi ve pencereyi sertçe kapattı. Biz de boynumuz bükük tam oradan ayrılacakken, otomatiğin “dızzt” sesi duyuldu ve pencere tekrar açıldı. “İnin bakın bahçeye” dedi yine sert bir tonda. Açtık kapıyı, indik aşağıya.
Bizi kapı ağzında bekliyordu. Uzun boylu, esmer bir kadındı. Çok farklı bir güzelliği vardı ve pencereden merdivenlere uzanan zaman aralığında hiddeti geçmiş, yerine bir keder oturmuştu sanki. Sanki sert tavrından dolayı üzülmüştü.
Tanımadığı insanlardık sonuçta. Bu yüzden tekrar anlattık derdimizi, rahatsız etiğimiz için özür diledik. “Tabii ki. Birlikte bakalım” dedi ve antreden başlayan koridoru geçip yatak odasından balkona çıktık. Seslendik “Robii” diye. Birçok kedi geldi, Robi gelmedi. Teşekkür edip çıkışa yöneldiğimizde “Bekleyin biraz” dedi ve giriş kapısının hemen karşısındaki mutfağa gitti. Hemen geri döndü ve “Haftaya tekrar gelin bulamazsanız, belli olmaz kedilerin işi “dedi. Biz tekrar teşekkür edip çıkacaktık ki dünyanın, ülkeni hali ile ilgili bir sohbetin işaret fişeğini yaktı. Ve başladık konuşmaya. Sohbet boyunca sık sık mutfağa gitti. Orada ayaküstü, bir saat kadar birçok konuda sohbet ettik. Tekrar mutfağa gittiğinde, kızım “artık gitsek iyi olacak” dedi. Ben de tamam dedim. Ancak mutfağın kapısında belirdiğinde sendeledi bu kez. Hemen tuttuk. “Yok bir şey, endişelenmeyin” dedi. O anda anladık, ikide bir mutfağa gitme nedenini. Eni konu sarhoş olmuştu. “Gelin oturalım biraz” diyerek bizi içeri, salona aldı. Salonda, pencerenin hemen altındaki kaloriferin üzerinde sakin ve düşünceli iki kedi uyukluyordu.
Saatlerce anlattı. Ülkemiz entelijensiyasına, medyasına , yazın dünyasına, hayata, ölüme, iki yüzlülüğe, yalnızlığa ve bunlara ilişebilen her kavrama dair. Bu arada yine mutfağa gitti geldi birkaç kez. Biz hiç belli etmedik sakladığı şeyi anladığımızı. Ayakta durmakta zorlandığı için tetikteydik sadece. Sadece O’nun içini döktüğü bir boyuta çoktan gelmiştik ve sanki yıllardır birikmiş bir acıyı içinden söke söke koparıyor ama atmaya kıyamıyordu. Hikâyenin bir yerinde ağlamaya başladı. Ben sakinleştirmek için ellerini tuttum. Başını omzuma koydu. Bir süre öyle ağladı. Sonra dedim ki, biraz uzansanız iyi gelecek size. Oturduğu kanepeye yatırdık kızımla beraber. Hala ağlıyordu. Saçlarını okşadım, umut verecek birkaç söz geveledim. Uyudu bir süre sonra. Evi kontrol ettik, yanan tüten bir şey olmadığından emin olmak için. Sonra yanına geldik. Yüzü ıslaktı gözyaşlarından. Sildim, öptüm yanağından, üzerine bir battaniye örttüm. Kapıyı çekip çıktık. Gece yarısı olmuştu.
Sokağa çıktığımızda yüzümüze vuran ayaz bizi gerçeğe çekti hızla.” O kimdi?” diye konuştuk aramızda ve fikir yürüterek kızımın evine doğru yürüdük. Anlattıklarından yola çıkarak o gece bulduk kim olduğunu. Birkaç ay sonra da vefat haberini okuduk.
Bizi onunla tanıştıran Robi ise hala kayıptı. Sokak aramalarının arası açılmış, ihbarların hepsi boş çıkmış, umudun yerini tevekkül almaya başlamıştı ki bir sabah telefonum çaldı. Arayan kişi, Kozyatağı’nda Robi’ye çok benzeyen bir kedi olduğunu söylüyordu. Ben uyku sersemi büyük bir sevince kapılarak fırladım yataktan ve “Hemen geliyorum.” dedim. Adresi aldım. Sonra Kadıköy ve Kozyatağı arasındaki mesafenin büyüklüğü geldi aklıma. Arayan kişiyi ben aradım bu kez ve bu kuşkumu anlattım. “Eviniz nerede?”dedi. “Maltepe” dedim. “Eve gelmeye çalışıyor.” dedi. Evet, Robi’nin asıl evi Maltepe’de bizim oturduğumuz evdi ve veteriner kliniği için Kadıköy’deydi. Aklıma yattı bu açıklama, hemen hazırlandım ve yola çıktım. Çünkü kaybedecek bir dakika bile yoktu. Eğer o Robi’yse ve molasını bitirip tekrar evini aramak için yola çıkarsa bir daha asla bulamayabilirdim. Atladım taksiye ve gittim oraya. Bir ev tekstili mağazasının deposunun bahçesinde görülmüştü. Mağazayı buldum. Ve başladım Robiiii diye bağırmaya. Gelen giden olmadı. Beni arayan kadını aradım ve Robi’ye benzeyen kedinin ortalarda olmadığını söyledim. Bekleyin biraz dedi ve daha bu sabah gördüm diye ekledi. Teşekkür edip kapattım ve mağazaya gidip, depoda Robi’yi aramak için izin istedim. Olur dediler. Depoya geçtim. Çok karışıktı ortalık. Kenarda bir koli yığını vardı. Aramaya oradan başladım. Bizim oğlan biraz ürkek olduğu için saklanmış olabilirdi. Depoyu hallaç pamuğu gibi attım, bulamadım Robi’yi ve sonra etrafı güzelce toparladım. Bahçeye çıktığımda, deponun hemen karşısındaki ağaçta uzun beyaz tüylü bir kedi gördüm ve oraya doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Kuyruğu da sarıydı üstelik. Ağaca tam yaklaşmıştım ki kedi hemen arkadaki yüksek duvara, oradan da diğer apartmanın bahçesine atladı ve ortadan kayboldu. Ne kadar da benziyordu Robi’ye. Bulmuştum sonunda sanki.