“İşlemediğim bir insan derisi kaldı, her şeyi işledim, yılan, çıyan ne varsa… Bazen İstanbul’da fabrikacılarla, ustalarla bir araya geliyoruz. Zig deri işleyeni var, kösele işleyeni, kürk işleyeni. Bana soruyorlar, sen ne yapıyorsun? Hepsini yapıyorum. Onların makineyle yaptığını ellerimle, kollarımla…”
Böyle söylüyor İsmail Usta, Anadolu’nun son karatabağı, iki bin yıllık bir zanaatı bugüne taşıyan, adını Bergama’dan alan parşömeni üreten İsmail Araç. İsmail Ustayla karşılaşmamız aslında hoş bir sürpriz oldu. Bergama’ya, onun çıraklığını yaparak parşömen yapımını öğrenen ve bu zanaatı geleceğe taşımaya çalışan Nesrin Ermiş’le tanışmaya gelmiştik. Ustanın yakın zamanda bir kalp rahatsızlığı geçirdiğini bildiğimizden kendisiyle görüşmeyi ummuyorduk. Bir baktık Bergama’nın meşhur Arasta’sında çayını içiyor. Üstelik yirmilik delikanlı gibi dinç, sağlıklı. Masasına oturduk, maşallah deyip sohbete başladık.
-Size karatabak diyorlar, ne demek bu?
– Elimiz yüzümüz kapkara oluyor ya, ondan.
– Madenci gibisiniz yani…
– Mesela ben şimdi ne yaptım… Deriyi suyun içinden çıkardım, ufak bir demir var, ona sürttüm. Bak, tırnaklarım hemen esmer oldu. Sahtiyan işliyorsun, semer derisi işliyorsun, hepsinin boyaları başka başka. Eldiven taksan olmaz, rahat işleyemezsin. Ellerini daldırıyorsun. Sonra elin, kolun, yüzün kapkara oluyor. Ondan karatabak deniliyor.
– Kaç yıldır bu işi yapıyorsunuz, çocuklukta mı başladınız?
– 1953’te başladım. Birkaç ay çalışıp askere gittim. İki yıl askerlikten sonra 55’te yeniden girdim. 1960’ta da kendi dükkânımı açtım.
– Neredeyse 70 yıl olacak yani… Son karatabak diyorlar size, başka yok mu mesleği sürdüren?
– Kalmadı. Çok çırak aldım. Yalvarıyordu komşular, “bizim oğlanı al” diye. Alıyoruz, 15 gün çalışıyor, sonra geliyor anası babası, “çok zormuş sizin işiniz, yapamayacak” diyor.
– İki genç kadın var, sizin elinizde yetişip bu zanaatı öğrenen. Onlar nasıl yaptı?
– Bir kız geldi, Demet. İstanbulluydu değil mi? Öğretmen, resim hocası. Deri üzerine de resim yapıyor. Bana geldiler. Yedi sekiz senelik deriler vardı elimde, verdim. “Lokum gibi senin deriler, hemen emiyor boyayı” dediler. Başka derilerle denemişler, sürdükleri gibi, boya akmış aşağı. Ondan sonra bir de bizim kız vardı, Nesrin. Bunlar geldi, biz bu işi öğrenmek istiyoruz diye. Kendi kendime dedim, “erkekler yapamıyor, bunlar hiç yapamaz, işe biraz sokulsunlar, hemen kaçacaklar.” Öyle tahmin ettim. Çünkü deri bu, kokar, pisliği çok işin, dayanamazlar. Neyse, geldiler, bir gün, iki gün. Başta iğrendiler ama baktım bir ay oldu, alıştılar. Gitmeye niyetleri yok, hakikaten de yapacaklar. Çok meraklı çıktı bizim kızlar, sonunda öğrendi ikisi de. Erkekler yapamadı, bunlar yaptı. Biri İngiltere’de şimdi, dükkân açtı. Bir de bu kızımız var. Yetiştirdiğim başka kimse de yok. Kimse durmadı.
Zor iş tabii. Ustalık istiyor. Derinin bir tutuluşu var. Deriyi al kafasından tut, olmaz. Bir sürü kaidesi var. Zanaat bu. Bu zanaat sayesinde evlendik, çoluk çocuk sahibi olduk. Allah bin bereket versin.
– Parşömenin işlenişi farklı mı, ayrı bir ustalık gerektiriyor mu?
– Tabii, hepsinin işi başka. Kürk işi başka, vidala işi başka. Parşömendeki incelik daha ayrı. Ben bıçak kullanıyorum. Ama makineleri de var tahminim. Menemen’de, İstanbul’da makinede yapıyorlar. Elle herkes yapamaz. Bıçak nasıl keskin, ustura gibi. Bu kadarcık kütüğün üstüne deriyi koyuyorum. Onunla yapıyorum. Azıcık fazla bastırdın mı, elini titrettin mi, gitti. Hemen bir pencere açılır. Pencere deriz biz, delik yani. Bana şimdi oyuncak gibi geliyor ama acemi birisi aldı mı, acaba elim titrer mi diye bir kere heyecanlandı mı, delik deşik eder. Artık deriden hayır gelmez.
İsmail Usta’dan el alan Nesrin Ermiş zanaatı sürdürüyor:
‘Parşömen hediyelik eşyanın ötesine geçip
tasarım ve sanatla buluşmalı’
Ustayı fazla yormayalım diyoruz. Zaten namaz vakti gelmiş, kalkıyor usta. Biz de Nesrin Ermiş’le sohbete devam ediyoruz. Nesrin Ermiş Bergama Belediyesi’nde UNESCO Dünya Mirası ile ilgili bir birimde çalışıyor. Aynı zamanda dededen kalma evinin bahçesini atölyeye çevirmiş, parşömen üretiyor, atölye çalışmaları düzenliyor.
– “Çok meraklı çıktı bizim kızlar” dedi ustanız. Nereden geliyor bu merak?
– Ustamın bahsettiği Demet en yakın arkadaşım. O dönemde bir parşömen dükkânında tasarımcı olarak çalışıyordu, parşömenin üzerine resimler yapıyordu. İsmail ustayı ziyarete gitmiştik. Nasıl yapıyor bu adam diye çok etkilendik. Son kalan usta, başka çırağı olmayan bir zanaat, yitip gidecek bir miras… Madem öyle, biz çırak olalım İsmail ustaya dedik. Ama hemen olmadı öyle. İsmail usta ikna olmadı. Bizi istemedi, evet demedi yıllarca.
O dönemde biz UNESCO Dünya Mirası Listesine girmek için hazırlık yapıyoruz ve biliyorsunuz, parşömen Bergama’nın çok önemli bir kültürel mirası. Bir dosya hazırlıyoruz ama literatürde parşömenle ilgili çok fazla bir bilgi yok. Bir sempozyum yapmaya karar verdik ve dünyanın dört bir yanından parşömen uzmanlarını, üreticilerini Bergama’ya çağırdık. Bu vesileyle de İsmail amcayı tekrar yokladık. “İsmail amca, o kadar yabancı insan gelecek, parşömenin nasıl yapıldığını göstermek istiyoruz. Bizi de alsan yanına, biz de göstersek. Hem çıraklığa başlamış oluruz” falan diyerek İsmail ustayı ikna ettik. Birkaç ay sonra sempozyum gerçekleşti. Geleneksel yöntemlerle parşömen üretimi için bir atölye çalışması yaptık. Bizim de usta-çırak ilişkimiz başlamış oldu. Onun hiç kızı yoktu, kızı oluverdik bir anda. Böyle gelişen, çok hürmet dolu, saygı dolu bir ilişki oldu.
– Sizi çırak almakta çekinceli davranması önceki çırak tecrübelerinden kaynaklanmış sanırım. Pek kimse tutunamıyormuş yanında. Siz zorlandınız mı?
– Deri tabaklamak gerçekten çok zor bir iş. Yanına aldığı çıraklar bir anda para getirecek işler istiyorlar. Dericiliğin ise parası yok, zor bir iş, üstelik çok pis kokuyor. O yüzden kaçmış çırakları hep. Biz iki kadın birdenbire karşısına çıkınca, pek ciddiye almadı açıkçası. İlk günümüzü hatırlıyorum. Demet’le eldivenlerimizi giydik, hazır bekliyoruz. “Ne o öyle, eldivenle mi yapacaksınız, çıkartın şunları” diye azarlayarak başladı.
İlk başlarda çok zorladı bizi. Özellikle en pis derileri, en kanlı, yağlı, üzerinde artıkları olan derileri seçti. Tabakhanedeki havuzu onaracağım diye aşağıdaki dereden kova kova kum taşıttı. Hepsi denemeymiş meğer. Ben burada kendi atölyemi açınca da bana en pis derileri buldu getirdi. Bu ustanın sınavıymış. Bunları yaparsa temiz deriyi zaten yapar diye düşünüyor yani.
– Sonuçta, resmen usta oldunuz mu?
– Biz kendimizi hâlâ çırak sayıyoruz ama ustamız, “bunlar artık usta oldu” diyor. Resmiyet işi ise daha karışık. Bizim amacımız geleneksel parşömen üretimini yaşatmak, gelecek nesillere aktarmak. Bunun da mutlaka bir resmi belgesi olması lazım aslında. Ama bir zanaat olarak tanınmadığı için çıraklık eğitim merkezinde ya da halk eğitimde resmen kursu açılamıyor. Çok uğraştık, parşömenin en azından ulusal envantere girmesini, somut olmayan kültürel miras listesine alınmasın sağlamak için ama olmadı.
Biz de şöyle bir şey yapalım dedik; Osmanlı döneminde ahilerin gerçekleştirdiği bir peştamal kuşatma töreni varmış. Tüm ustalar yetiştirdikleri çıraklara toplu halde, dualar eşliğinde peştamal bağlıyorlarmış. Sen artık usta olabilirsin, kendi dükkânını açabilirsin demek oluyor bu. Biz de böyle bir törenle ustalığımızı ilan edelim, hem de bir geleneğin unutulup gitmesine engel olalım dedik. Böylece Bergama Arastası’nda 110 yıl sonra ilk defa peştamal kuşatma töreni gerçekleştirildi. Ustamız peştamallarımızı bağladı. Demet’e ustalık bana da kalfalık verdi. Şimdi de sıra bende. 🙂
– Parşömene dönersek, Bergama’nın çok önemli bir kültürel mirası olduğunu söylediniz, nereye dayanıyor bu?
– İki bin yıldan daha eskiye gider bu hikâye. İki büyük kütüphane var dünyada o zaman. Mısır’da İskenderiye ve Anadolu’da Pergamon, yani Bergama. O zamanlar kağıt olarak papirüs kullanılıyor. Papirüs de Mısır’da, Nil kenarında yetişen kamışlardan yapılıyor. İki kütüphane arasında bir rekabet var ve bu yüzden Mısır, Bergama’ya papirüs satışını engelliyor. Bergama kralı da yeni bir yazı malzemesi bulunması için dönemin bilim insanlarını, sanatçılarını seferber ediyor ve bir sanatçı, Krates, oğlak derisinden hazırlanmış bir kâğıt getiriyor. İşte bu bizim parşömen, yani Bergama kâğıdı. Özetle parşömen bu topraklardan doğuyor ve yaklaşık 1500 yıl, bugünkü kâğıt ve matbaa devreye girene kadar esas yazı malzemesi oluyor. Matbaadan sonra bile el yazmaları için kullanılmaya devam ediyor.
– Neden papirüs yok olurken parşömen hayatta kaldı, onu böyle vazgeçilmez kılan özelliği ne?
– İlk kullanılmaya başladığında, parşömen de papirüs gibi rulo halinde kullanılıyormuş. Sonrasında şunu fark etmişler. Papirüsle kıyasladıklarında daha sağlam bir malzeme. Katlanabiliyor, iki tarafına yazılabiliyor. Ve basit bir dikiş tutturma yöntemiyle ciltlenebiliyor. Kodeks denilen, üzerine yazılabilen ilk defter böylece ortaya çıkıyor. Bu yaygınlaşmaya başlayınca kitaba doğru giden yol da açılmış oluyor. Böyle bir farkı var papirüsten.
Üstelik daha aydınlık, okunduğunda göz yormuyor. Bunları hep antik yazılardan öğreniyoruz. Bir sağlamlığı var parşömenin, papirüse kıyasla.
– Bulunan en eski parşömen ne zamandan kalmış, biliyor musunuz?
– Nemli ortamda bozulan bir malzeme parşömen, form değiştiriyor. Bu yüzden antik dönemden kalma örnekler yok gibi. Bergama’daki kütüphaneden kalan bir şey yok zaten. Marcus Antonius Kütüphane’yi Kleopatra’ya hediye etmiş, kitaplar da yok olmuş Mısır’a gittikten sonra. Ama kutsal metinler var, parşömene yazılmış. Orta çağlarda çok kullanılan bir yazı malzemesi ve o zamanlardan kalan örnekler bir hayli var. Önceden papirüse yazılmış kutsal metinler de tekrar parşömene geçirilmiş orta çağda.
– Parşömen imal ediyorsunuz, iki bin yıllık bir zanaatı sürdürüyorsunuz. Bunun inceliği ne, papirüsü alt eden nitelikte bir yazı malzemesi üretmenin, sıradan bir deri tabaklamaktan farkı nerede?
Aslında bizim derdimiz mükemmel parşömen değil. Yazıcıdan çıktı alınabilecek kalitede, fabrikasyon olarak parşömen üreten firmalar var. Bizim burada yapmaya çalıştığımız, geleneksel yöntemlerle üretilen parşömeni sürdürmeye çalışmak. Anavatanında, el yapımı, geleneksel yöntemlerle, antik dönemde nasıl üretiliyorsa öyle üretmek. Bunun çok fazla inceliği var tabii ki. Kireçle işlenmesi, daha beyaz olmasını ve mürekkebi daha iyi çekmesini sağlıyor.
– Bu zanaatın sürdürülmesi için nasıl çalışmalar var?
– Birkaç yıl önce, Bergama Belediyesi tarafından iki tane tabakhane binası satın alındı. Bunlardan birisi parşömen müzesi olacak. Restorasyon projesi başladı. Sanırım bir iki yıla hazır olur. Bu işleyen, yaşayan bir müze olacak.
– Yaşayan derken?..
– İçerisinde üretim yapılan, atölye çalışmalarının yapılabildiği, bu zanaatın aktarıldığı bir yer yani. Ustalardan kalan malzemelerle birlikte modern tasarımların sergilendiği, aynı zamanda bir kütüphaneyi barındıran bir müze…
Bence parşömenin yeniden değer görmesi için tasarım tarafı önemli. Sanatçılar sayesinde yeni tasarımlar çıkartılabilir, bunlar geçici sergilerle sunulabilir. Müzenin böyle bir işlevi de olacak aynı zamanda.
Üzerine yazılan bir kâğıt olarak güncel bir değer bulması zor parşömenin. İngiltere’de Parlamento kararları parşömen üzerine yazılıyor hâlâ. Sırf Parlamento için parşömen üreten bir tabakhane var. Ya da bazı üniversitelerde diplomalarda kullanılabiliyor, parşömen üzerine çok özel kitaplar tasarlanabiliyor. Bunlar özel ama çok nadir örnekler. Dolayısıyla parşömen için yeni bir var olma alanı bulmak gerekir diye düşünüyorum. Hediyelik eşyanın ötesine geçip tasarımla ve sanatla buluşabilmeli bence. Bunun da örnekleri artıyor. Üç boyutlu objeler, heykeller, hatta parşömenden kıyafetler.