Bornova sonucunu merakla beklediğimiz, başarısını arzuladığımız bir girişime sahne oldu. Yıllardır motokros pisti olarak kullanılan bir arazi, Bornova Belediyesi tarafından doğal tarım gönüllülerine tahsis edildi. 20 dönümlük arazide motokros yarışları için yapılmış yapay tümsekler düzeltildi, lastik ve metal artıklar temizlendi, toprak şöyle bir havalandırıldı ve geçtiğimiz günlerde yapılan şenlikli bir etkinlikle tohum toplarıyla buluştu. Bakalım ne olacak? Doğa insan eliyle bozulmuş o arazide yeniden can bulacak mı? Doğa gübresiz, ilaçsız, aslında neredeyse tohumları saçmak dışında insani hiçbir müdahale olmadan, kendi döngüsüyle bir berekete can verecek mi?..Bornova Yakaköy’de faaliyete başlayan Doğal Tarım Merkezi ve Çiftliği’nin gönüllülerinden İrfan Özbilgin’e sorduk.
– İrfan Abi, nasıl başladı bu girişim?
– Bu konuda biz önceden beri çalışıyoruz. İzmir belediyelerinin de tarımsal projelere dönük bir ilgisi var, biliyorsun. Bornova Belediyesi de öyle… Yolumuzun kesişmesi biraz da tesadüf eseri oldu aslında… Tarımsal hizmetlerden sorumlu Belediye Başkan Yardımcısı Ulaş Polat ile ortak bir arkadaşımız varmış. Tarımla ilgili projeler istediler. Bizim de çok istediğimiz, kendi çapımızda denemeler yaptığımız bir konuydu zaten. Tamamen gönüllülerler birlikte, şu şu ilkelerle doğal tarım yapmak istiyoruz, sadece toprak ve lojistik desteğe ihtiyacımız var dedik, onlar da kabul ettiler. Köylerin tüzel kişiliği değiştikten sonra Belediye’ye geçen atıl arazilerden gösterdiler. Bu arazide karar kıldık. Onlar da sağ olsunlar, ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalıştılar.
– Tarım üzerine proje ararken sizi bulduklarına göre bu konuda bir geçmişiniz var.
– Ben çiftçi çocuğuyum zaten. 25-26 yıllık bir memuriyetten sonra emekli olup yine toprağa dönmüştüm. 2008’de burada, Yakaköy’de kendimize göre bir yer bulduk. Burada tamamen doğal tarımla jungle gibi yemyeşil bir alan yarattık. Köylüler de çok şaşırdı, “bu adam ne yapıyor” diye. Bu arada Homeros Gıda Topluluğunu kurduk. Zehirsiz, sağlıklı gıda üretmek, tüketiciyi üreticiyle doğrudan bir araya getirmek için bazı imkânlar yarattık.
– Projeye dönersek, zor bir arazi seçmişsiniz sanırım.
– Evet, dört yıldır motokros alanı olarak kullanılıyordu. Tabii buna göre epey bir işlem yapmışlar, yapay parkurlar oluşturmuşlar, tümsekler, çukurlar yapmışlar. Demirler, betonlar, lastikler… Yani ha deyince tarıma başlayabileceğimiz bir arazi değildi. Aslında doğal tarımın prensiplerinden biri toprağı sürmemektir. Ama bu arazi için böyle bir şey mümkün değildi. Uzun zamandır işlenmeyen, aksine ezilmiş, betona dönüşmüş, ağır metallerle ve atıklarla harmanlanmış bir toprağı iyileştirmek için önce bir müdahale etmek şarttı. Dozer sokup tesviye yaptık, tümsekleri falan düzelttik, kamyon dolusu lastik vesaire attık. Biraz doğal haline döndü. Doğal gübre attık, sürdük ve yonca tohumlarıyla başladık. Sonra yemlik bakla, yemlik bezelye, korunga, buğday, hardal gibi dirençli bitkilerle devam ettik. Çeşitli bir bitki örtüsü oluşturmak doğal tarımın ilkelerinden birisi. Bize bunu Fukuoka’nın öğrencisi, Yunanistan’daki Panos Manikis tavsiye etmişti, mümkünse 11-12 çeşit bitki örtüsü oluşturun diye. Şimdi o bitki örtüsü oluşmaya, toprak canlanmaya başladı. Heyecanla bekliyoruz.
– Fukuoka ve doğal tarım anlayışından da bahseder misiniz?
– Fukuoka doğal tarımın babasıdır. Dört temel ve basit ilkesi var. Birincisi; toprağı sürmeyin, işlemeyin. Çünkü toprağı işlediğinizde, topraktaki bütün canlı mikroorganizmaları öldürdüğünüz gibi, yabani ot dediğimiz tohumların da günışığına çıkarak çimlenmesini sağlıyorsunuz. İkincisi; toprağa asla kimyasal gübre atmayacaksınız. Üçüncüsü; yabani otlarınızı temizlemeyecek, ağaçlarınızı budamayacaksınız, doğal formunda kalacak. Dördüncüsü, ne amaçla olursa olsun zehir kullanmayacaksınız.
Dört temel ilke bunlar. Aslında özetle, Fukuoka bu işi doğanın döngüsüne bırakın der. Eski çiftçiler bunu bilir. Münavebe yani bir rotasyon vardır. Bir ekim nöbeti yani. derdik biz ona. Bu sene buğday diktiniz, buğdayınızı hasat etmeden önce baklagil tohumlarını atarsınız. Buğday hasadını yapar, saplarını üzerine yatırırsınız. Bir sonraki yıl, baklagillerinizi hasat ederken sonrasında üretmeyi istediğiniz diğer sebzelerin tohumunu atarsınız. Baklagili hasat eder, üstüne yatırırsınız. Böyle bir döngü vardır.
İnsanda ne yazık ki toprağı iyileştirelim, şöyle teknikler kullanalım, şu ilaçlarla daha iyi bir ürün alalım diye bir yanılgı var. Aslında bu bir kibir. Doğayı kurtaralım diye yapılan müdahaleler bile aynı üstten bakışın sonucu. İnsanın tek yapması gereken şey bu kibrinden kurtulmaktır oysa. Siz doğayı ne kadar kendi haline bırakırsanız, doğa o kadar canlanır.
Doğaya, toprağa karşı bu yaklaşım ne yazık ki modern insanın bir tavrı. Anadolu’nun eski geleneklerine bakıyoruz, ben çok duydum bunu, Yozgat civarında, Dersim bölgesinde, bir toprak ilk defa işleneceği zaman ailenin en yaşlı kadını yüksek bir yere çıkar, kurttan kuştan rızalık istermiş. “Biz bu toprağı ekeceğiz, biçeceğiz, rızanız var mıdır?” diye. Şimdi o saygılı halimizden eser yok. Topraktan rızalık almak ne demek, toprağa işkence yapan, zulmeden bir canlı olduk.
– Bu tarımın en ilkel, en yalın hali öyleyse.
– Tabii, tabii. Bu çok eski bir yöntem. İnsanlar bir yere gidiyorlar. Orada uzun zaman işlenmemiş, üzerinde bitki yetişmemiş, taşlaşmış bir toprak var. Bunu bir sefere mahsus alt üst edersiniz. Ondan sonra toprağa bir daha dokunmazsınız. Sürekli orada ekim yaparsınız. Tabii ki bu, atın tohumları, sonra sırt üstü yatın anlamına gelmiyor. O toprağı iyileştireceksiniz, toprağın üzerinde belli bir katman oluşturacaksınız, çekirdekten yetişen bitkilerle bir canlılık yaratacaksınız. Toprak sağlığına kavuştuktan sonra, evet hiçbir şey yapmanıza gerek yok. Sadece hasat edeceksiniz. Sonrasında o doğal döngünün bir parçası olun yeter.
– Köylüler tarafından da bu geleneksel yöntemler unutulmuş, terkedilmiş sanırım…
– Tabii, ama köylü ne yapsın… Köylüye şu öğretildi yıllardır. Özellikle de 80’li yıllardan bu yana. Toprağını ne kadar çok sürersen o kadar çok verim alırsın. Sürdüğün bu toprağa şu granül dedikleri şeker gübresinden ne kadar çok atarsan, o kadar çok verim alırsın. Bunlar öğretildi, öğretmek ne kelime, kafasına da kazındı köylünün. Ama şunu kimse söylemedi. “Ya sen bu toprağı sürüyorsun ama, bir kaşık toprakta dünya nüfusundan daha fazla canlı var. Topraktaki bu mikroorganizmaları, bu canlılığı da yok ediyorsun sürerek” demedik. “Sen bu azotlu gübreyi atıyorsun ama bu gübrenin yüzde 2’si ektiğin bitkiye gidiyor, geri kalanı toprağına karışıyor, suyuna karışıyor, zehirliyor, kuraklaştırıyor” diye anlatmadık. 2,5 cm kalınlığında bir toprağın oluşması 500 yıl sürüyor. Attığı gübrenin deliler gibi su istediğini söylemedik. Şimdi su kaynaklarımız kurudu, herkes her tarafta kuyular açmaya başladı.
Köylüye bunlar anlatılmadı ama öte yanda… İlaç firmaları bizim köye 15 günde bir, ayda bir gelip, “bu kiraza iyi geliyor, bu bilmem neye iyi geliyor” diye ilaç satıyorlar.
Dediğim gibi, biz bunları köylüye söyleseydik, öğretmiş olsaydık, herhalde bu kadar kör, bu kadar acımasız olmazlardı diye düşünüyorum. Bu ekolojik tahribattan rahatsız olan kesimler de söylemedi bunu köylüye.
– Konvansiyonel tarım daha verimlidir, daha fazla ürün verir şeklinde bir yargı da var. Buna ne diyeceksiniz, doğal tarımla dünya nüfusunu doyurmak mümkün mü?
– Hem de nasıl. Benim dediğimi dikkate almayabilirsiniz. Ama Birleşmiş Milletler Gıda Örgütü, üç binden fazla çiftçiyle yaptıkları bir çalışmanın sonucu olarak bunu söylüyor. Türkiye’de Uludağ Üniversitesi’nden akademisyenler, 81 ilde yaptıkları araştırmanın sonucunda bunu söylüyor. Doğal tarımla, yani ilaç kullanmadan, zehir kullanmadan yaptığımız tarımla elde ettiğimiz ürün, konvansiyonel yöntemle elde ettiğimiz üründen aşağı değil. Hatta daha fazla, daha verimli. Birincisi bu.
İkincisi, üstelik masrafınız o kadar düşüyor ki… Yüzde 50 azalıyor bütün masraflarınız. Gübre masrafı, ilaç masrafı, mazot masrafı yok… Hem daha fazla elde ediyorsunuz, hem de masrafınız düşüyor. Geçenlerde okuduğum bir makalede, Türkiye’deki ekilebilir arazilerinin yüzde 60’ında bu yöntemle tarım yapsak, Türkiye’nin beslenebileceğini söylemiş.
Ama dünyadaki ticari, sertifikalı tohum piyasasını elinde tutan firmalarla, ilaç satan, yani aslında zehir satan firmalar aynı. 8-10 tane şirket. Tohum ticaretinin yüzde 70 küsuru, ilaç ticaretinin yüzde 60’ı bunların elinde. Devletlerle oturup anlaşma yapabilen devasa firmalar bunlar. Onların işlerine gelen, onların çıkarlarına uygun olan şeyleri insanların aklına kazıyorlar.
– Sizin girişiminize dönersek. Tümüyle gönüllü bir yapısı var sanırım çiftliğin.
– Evet, “bir gönüllü havuzu oluşturalım. O havuzdaki herkes işin sahibi olsun, emek versin. Alınacak kararlarda söz sahibi olsun” dedik. Öyle de yürüyor. Mesela dün ilk sebze yatağımızı yaptık, kışlıklardan bir şey yapalım diye. Bugün gönüllü arkadaşlar geldi, onu çoğaltmaya çalışacaklar.
– Ürünler ne olacak, gıda toplulukları üzerinden mi tüketiciye ulaşacak, yoksa başka projeler mi var?
– Bu uzun bir süreç, daha bunu düşünmek için zamanımız var. Nihayetinde bir ticari amacımız yok. İlerleyen yıllarda ciddi bir ürün elde edilirse, bunu en iyi şekilde değerlendirmek isteriz. Bornova’da bir kalkınma kooperatifimiz var, belki bunun aracılığıyla bir yerlere bağış yaparız. Belki insanların geldiği, ürünlerin nasıl yetiştiğini gördüğü, alışverişini yaptığı bir şey kurarız.
Aslında buradaki çiftlikle ilgili en büyük ideallerimizden, amaçlarımızdan biri de şu. Burayı doğal tarımla ilgili bir merkez haline getirmek. Değişik atölyeler düzenleyelim, akademisyenleri davet edelim. Konya’dan Mehmet Karlı’yı çağıralım, bize pulluksuz tarımı anlatsın… Köyceğiz’den Ali Kışlak’ı çağıralım, bize permakültürü anlatsın. Bir arkadaşımız sabun nasıl yapılır onu anlatsın, zeytini anlatsın. Ekmek atölyesi yapalım, buğdayın saf halinden başlayıp, hasadına, öğütülmesine, ekmek aşamasına kadar anlatalım. Ve bunları tümüyle ücretsiz, karşılığında hiçbir şey istemeden yapalım.
Çünkü şu yaygınlaştı ve çok yanlış geliyor bize. Tarım yöntemleriyle ilgili kurslar veriliyor ama ücretli. Hem de az buz ücretler değil. Ekolojik tahribattan rahatsız mısın? Evet. Dünyayı kurtarmamız gerekmiyor mu? Evet. Bunun reçetesi var bende, ister misin? Evet. O zaman ver bakalım parayı.
Dünyanın gidişinden yani iklim değişikliğinden, doğanın tahribatından, toprakların kaybolmasından rahatsız olacaksınız ama bunu karşı bir şeyler yapmak için para isteyeceksiniz, böyle bir şey olmaz.
– Bunları gelecek kuşaklara aktaracak şeyler de düşünülebilir belki.
– O da var aklımızda. İlköğretim çocuklarını getirelim, anlatalım, tohumun nasıl filizlendiğini gösterelim. 1940’lı yıllarda bu yapılıyormuş zaten, ders kitaplarında anlatılıyormuş. Hep önemliymiş ziraat eğitimi. Daha eskilere de gidiyor, örneğin 1800’lü yılların sonunda Ziraat Talimhanesi diye bir okul kuruyorlar. Mekteb-i Tıbbiye’nin en başarılı öğrencilerini alıp o okula kaydettiriyorlar. Ziraat öğrensin diye tıp fakültesi öğrencilerini kaydırıyorlar. Bakar mısınız, şimdi ziraat fakülteleri en düşük puanla öğrenci alan okullar arasında.
Yani özetle, burayı sadece bir doğal tarım çiftliği olarak değil, bütün bilgiyi ve tecrübeyi hiçbir karşılık beklemeden paylaşacağımız ve çoğaltacağımız bir merkez olarak görüyoruz.
– Teşekkür ederim vakit ayırdığınız için. Kolaylıklar dileriz.
________________
– Köylüler ne düşünüyor yaptıklarınızla ilgili? Uyguladığınız doğal tarım yöntemlerini benimsiyor mu?
– Bir kere köylüye bir şey öğretmeye kalkmayacaksınız. Onun bir bildiği vardır, bir de kuru inadı vardır. Kabul etmez. Seni dinlemesi için bile uzun yıllar çiftçilik yapman gerekiyor onunla birlikte. O zaman da dediğini kabul etmez ama en azından dinler. Köylüye dokunmanız gerekiyor. Örneğini göstermeniz gerekiyor.
Ben 11 senedir burada tarım yapıyorum. Diyorum ki “niye buğday ekmiyoruz? Bak burada araziler var. Şu buğdayı dikelim, şöyle üretelim, ben kilosunu 5 liradan satacağım.” Yok, dinlemiyor. Oysa ben ekmek yapan bir adamım, en ucuz aldığım unun kilosu 8-10 lira. Kilosu 16 liraya bile un var. Bundan iki yıl evvel razı ettim birini. Çok güzel buğday yetiştirdi, çok güzel de sattı. Birisine mercimek diktirdim, ama hiç ilaç atmamak şartıyla. Çok güzel mercimek aldı.
Örneğin burada üzüm ve kiraz yetişir, bağ sahibi bir arkadaşa “benim için bir sıraya zehir atma, onu ben satın alayım.” dedim, öyle yaptık. Bu sene o geldi, “ben bu sene hiç atmayacağım” dedi. Çünkü zehirler de çok pahalı. Sonra koştur koştur geldi, “bu sene 1 gram ilaç atmadım, aha da üzümüm…” Bizim gıda topluluğu ağımız var tabii, bu sayede bütün üzümünü o kadar kısa sürede sattı ki, geçenlerde üzüm kurusu sordum, kalmamış.
Anlatmakla değil, tek başına göstermekte yetmiyor ancak bunları kendi tecrübe ettikçe değişecektir köylünün de alışkanlıkları.
__________________
Masanobu Fukuoka kimdir?
Masanobu Fukuoka 1913 yılında Güney Japonya’da küçük bir köyde doğmuş. Üniversitede mikrobiyoloji okumuş ve bitki patolojisi dalında uzmanlaşmış, toprak bilimcisi olarak resmi görevine başlamış. Modern tarımın yıkıcı sonuçlarının farkına varmasıyla birlikte köyüne dönmüş ve ailesinin çiftliğinde ilk başta başarısızlıkla sonuçlanan deneysel çalışmalar yapmaya başlamış. Daha sonra “hiçbir şey yapma” tarımı adını verdiği yöntemle Japonya’nın en yüksek mahsulünü almış. Doğal tarımı bir yaşam felsefesi edinen Fukuoka, 95 yaşında ölene dek bu felsefeyi geliştirmiş ve dünyanın her yerinden kendisini ziyarete gelen doğal tarım gönüllüleriyle paylaşmış. Türkçede yayınlanmış “Ekin Sapı Devrimi” ve “Doğal Tarımın Yolu” adlı kitapları var.
“İnsanlar artık doğrudan toprağa basmıyor. Elleri ot ve çiçeklerden çekildi, gözlerini göğe kaldırmıyorlar, kulakları kuşların şarkılarına sağır, burunları yoğun bir şekilde egzoz dumanlarına teslim oldu ve dilleri doğanın sade lezzetlerini unuttu. Beş duyunun tamamı doğadan tecrit edildi. Asfaltla kaplanmış yollarda arabasını süren kişinin çıplak topraktan birkaç adım uzak oluşu gibi, insanlar da hakîkî insan hålinden birkaç adım uzaklaştırıldılar.”