Deniz Ülkesi

“Neden yeterince denizci bir ulus değiliz? Nerelerde hata yapıyoruz?” sorularının cevabı da aslında basittir. Bu sorunda kişilerin günahı yok denecek kadar azdır. Denizle bir hobi ile uğraşmak bile büyük masraflar doğururken, geçimini zar zor sağlayan kitlelerden bunu bireysel olarak başarmasını beklemek oldukça haksızlık olur.

“O çocuk ben çocuk, memleketimiz,
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.”

Giresun’da ki evimizde babamın kitapları arasında bir defter sayfasına yazılmış olarak bulduğum bu şiiri okuduğumda sanırım 8-9 yaşlarındaydım. İtiraf etmeliyim ki okuduğumda şiirin bütününde görülen hüznü ve acıyı hiç anlamamıştım. Çok sonraları gençliğimde araştırdığımda, Edgar Allen Poe’nun büyük yokluklar içerisinde yaşarken kaybettiği eşi Virgina’nın ölüsüne vermiş olduğu isimle kaleme aldığı “Annabel Lee” şiiri en sevdiğim yapıtlar arasındaki yerini daha da perçinlemişti. Ama o ilk okuduğumda, belki de henüz çocuk olmamın masumiyetiyle beni çarpan, şiirin içine çeken şey, yukarıdaki dizelerde yer alan büyülü ifade olmuştu; “Deniz Ülkesi”. Bugün bile ilk hayal ettiğim masalsı Deniz Ülkesi’nden pek bir şey hatırlamasam da, yaşımız ilerledikçe hayaller ve ütopyalar yerini hayatın acı gerçeklerine bıraksa da, deniz ile ilgili her şeyde yine de ondan bir parça bulmaya çalışırım. Bu arayış yeri gelir mendirek kayalarına çarpan hırçın dalgalarda, yeri gelir çırpıntılı bir denizle oynaşan rengarenk takalarda, yeri gelir gidilen yabancı limanlarda görülen farklı kültürlerin ışığında olur. Zaman ve mekâna bağlı olarak değişen bu arayışta değişmeyen tek şey ise denizdir.
Nedir denizi bu kadar özel kılan?
Her şeyden önce deniz, mavi gezegenimizde bilinen tüm hayatların başlangıcıdır. Yaşamın vazgeçilmez kaynağıdır.
Deniz, bakıp bakıp hayaller kurulan ve hep ötesi merak edilen, keşfetme arzusunu kamçılayan, yaratıcılığı geliştiren ufuk çizgisidir.
Deniz, sevginin rengi ufuk mavisidir. Özlemle beklenen sevgilidir, hasrettir, kavuşmadır.
Deniz, ekmeğini sudan çıkaranların mavi vatanıdır. İçinde meşakkat vardır, alın teri vardır, mücadele vardır.
Deniz, sonsuzluğa yelken açmak, derinlere cesaretle ulaşmaktır.
Deniz, uygarlıktır, medeniyettir. En güzel örneği hiç şüphesiz, üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasıdır. Kadim geçmişten bu yana deniz uygarlıklarına ev sahipliği yapmış, üç tarafı denizlerle çevrili bir coğrafya için belki de en güzel tanımlama Halikarnas Balıkçısı ve arkadaşları tarafından yapılmıştır. Mavi Anadolu.
Deniz, zenginliktir. Sadece balıkçılıkla değil deniz dibi kaynaklarıyla da büyük bir zenginliktir.
Deniz hakkında sayfalarca yazsak bitiremeyiz, o yüzden burada biraz ara verip en önemli özelliğiyle noktalayalım. Deniz, gelecektir. Tükenmekte olan su kaynaklarının tamamlayıcısı olacaktır. Hidrojen deposu olması nedeniyle geleceğin fosil yakıtlarının yerini alabilecektir. Dalgalarından enerji üretilecektir.
Her güzelin bir kusuru olması veya zenginlik başa bela deyişlerini haklı çıkarırcasına deniz için söylenebilecek en olumsuz özellik ise bir tehdit ortamı olmasıdır. Herkesin gözü bu güzellik ve zenginlikte olunca bunu korumak, sahip çıkmak ve gelecek nesillere güzel bir miras olarak bırakmak da hayli güç olmaktadır. Hele bir de olmamız gerektiği kadar denizci değilsek.
“Neden yeterince denizci bir ulus değiliz? Nerelerde hata yapıyoruz?” sorularının cevabı da aslında basittir. Bu sorunda kişilerin günahı yok denecek kadar azdır. Denizle bir hobi ile uğraşmak bile büyük masraflar doğururken, geçimini zar zor sağlayan kitlelerden bunu bireysel olarak başarmasını beklemek oldukça haksızlık olur. Çünkü hiçbir ulus doğuştan denizci değildir. En basit anlatımıyla denizci doğulmaz, olunur. Bunu da sağlayacak olan devlet ve onun kurumlarıdır. Bir konunun yararı anlaşılmadan öneminin anlaşılması zor olacağı için, öncelikle deniz ile iç içe bir yaşamı sağlayacak, onunla bütünleştirecek bir denizcilik bilinci oluşturmak gerekmektedir, aksi takdirde iyi niyetle bile olsa atılan her adım bir sabun köpüğü misali anlık veya kısa süreli olacaktır. Bunun için de öncelikle devletin karar mekanizmaları denizci düşünmek zorundadır. Günümüzde uluslararası hukuk, denize kıyısı olmayan ülkelerin bile denizden yararlanmasına imkân sağlarken, denize kıyısı olmayan İsviçre ve Avusturya gibi ülkelerin deniz ticaret filoları varken, üç tarafı denizlerle çevrili yurdumuzun neden bir Denizcilik Bakanlığı olmadığı sorulması gereken ilk sorudur.
Denizci olabilme yönünde atılacak ikinci büyük adım eğitimdir. Eğitimin devletin anayasal yükümlülüğü olduğunu dikkate alırsak, planlaması, uygulanması ve denetimi yine devletin kontrolünde olmalıdır. Özellikle 6-12 yaşları arasında çocukları denize sevdirmek hedef olarak alınmalıdır. Kuzeyli ülkeleri bilirsiniz, bizden çok daha hırçın dalgalara, çok daha soğuk havalara maruz kalırlar. Ama o havalarda dahi ufak yaşlardaki çocuklarını denizle tanıştırır, iyi bir yüzme eğitiminden sonra, optimistten başlatıp muhtelif tipteki yelkenlerle seyir yapmalarına imkân verirler. Bu yaşlarda kazanılan pratik denizcilik eğitimlerinin çocuklar üzerindeki en önemli etkisinin, doğayla bir bütün içinde hareket etmeyi öğrenerek yaratıcılıklarını ve kişisel özgüvenlerini geliştirmek, bireysel başladıkları denizcilik eğitimini bir yelken takımında belli bir disiplin ve organizasyon içinde geliştirerek uyum içinde hareket etmeyi öğrenmek olduğu söylenebilir. Kuzey ülkelerinin çocuklarının kayalıklar ve sarp fiyortlar arasında yaptıkları bu eğitimleri gördükçe, Sığacık gibi korunaklı ve küçük çocukların deniz eğitimi için son derece elverişli bir koyun en kısa sürede değerlendirilmesini umut etmekten başka bir şey yapamıyoruz.
Ülkemizde uluslararası deniz hukuku alanında kendini yetiştirmiş insan sayısı oldukça azdır. 21. yüzyılı bazı stratejistler denizlerdeki egemenliklerin yer değiştireceği Deniz ve Okyanuslar Yüzyılı olarak görmektedir. Görünen o ki, yakın gelecek ülkelerin denizlerdeki menfaatlerine daha da sıkı sarılacağı bir dönem olacaktır. Böyle bir dönemde, bizler, 17. yüzyılda denizlerden hızla uzaklaşan atalarımız gibi mi davranmaya devam etmeliyiz, yoksa denizlerdeki hak ve menfaatlerimize daha fazla sahip çıkacak nesiller mi yetiştirmeliyiz? Bu sorunun maksadı suyun karşı tarafındaki komşumuzla gerginlik çıkarmak arayışında olmak değil, aksine çocuklarımıza bırakacağımız mirasımızın haksızca gasp edilmesini önlemektir.


Üzücü olan bir diğer husus ise denizlerimizle ilgili bilimsel çalışmalarımızın yok denecek kadar az olmasıdır. Yapılan bazı araştırmalar da kişi veya kurumların çabalarıyla ve bütüncül bir planlama olmadan yapılmaktadır. Denizlerimizin diplerini bilmiyoruz, altındaki doğal gaz, maden ve petrol rezervlerimize yönelik potansiyelimizi bilmiyoruz, balık stoklarımızı bilmiyoruz. 500 metreden derin sularımızdaki canlı hayatın varlığına yönelik bilimsel bir çalışmamız maalesef yok. Açılan 20 civarındaki su ürünleri fakültesi ve 20’yi bulan iki yıllık yüksek okulların çoğunun araştırma gemisi yok, laboratuvarları yetersiz. Hidrobiyoloji, deniz jeofiziği, deniz jeolojisi, oşinografi,  hidrografi vb. gibi deniz disiplinlerinde uluslararası çapta öneme sahip araştırmalarımız son derece az. Marmara fayının incelenmesini bile günümüzde yabancılar yapıyor.
Dünya ticaret yüklerinin %85’inin denizler üzerinden taşındığı, 2017’de gemiler ile taşınan yükün 11,3 milyar tona ulaştığı ve yapılan analizlerde de taşınacak yükün 2030 yılında 25 milyar tona çıkacağı dünyamızda; deniz ulaştırması ve ticaretini kontrol altında tutan ve çoğu emperyalist olan ülkeler, karşılarında denizcilik bilinci gelişmiş ülkeler istemezler. Çünkü denizci bir ülkenin varlığı denizden elde edilen kaynakların rahatlıkla sömürülmesine engel olacağı gibi, başta deniz ulaştırmasının takibi olmak üzere denizlerin kontrolünde büyük engeller çıkarabilir. Onların bunu istemeleri doğaları gereği son derece normaldir de, devleti ve milletiyle bizim isteksizliğimiz ilginçtir. Hani Fuzuli’nin dediği gibi, “Şu mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” (Şu balıklar ki denizin içindedirler ama denizi bilmezler).
Zaman ve hayaller değişse de ben hayalimdeki deniz ülkesini aramaya devam edeceğim. Bu yeri gelecek Gemici Sind Bad’ın harikulade maceralarında olduğu gibi masalsı bir tatta, yeri gelecek Corto Maltese(*) gibi her dilden, dinden, renkten insanla arkadaşlık kuran, savaştan beslenenlere karşı duruşu ve tavrı net olan tarzda olacak, ama arayışıma umutla devam edeceğim. Jean Paul Sartre “Umutsuzluk insanoğlunun kendine karşı hazırlayabileceği suikastların en korkuncudur. Umutsuzluk manevi bir intihardır,” der. Umutsuzluğa kapılmaya hiç gerek yok, bu alandaki eksikliklerimizi giderecek her türlü girişimi yapabilme yeteneğimiz, refleksimiz halen var; bir şeyleri değiştirmek, düzeltmek için vakit halen hiç geç değil. Sadece coğrafyanın bize sağladığı lütfu, yani denize kıyısı olan bir ülkede yaşamanın şansını yeter ki iyi değerlendirelim.
Aslında bu konuda anlatmaya çalıştığımız hususları Nazım Usta ne de güzel özetlemiş “Bulut mu Olsam”’ şiirinde. Sizce de öyle değil mi?
“Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.
Bulut mu olsam, gemi mi yoksa?
Balık mı olsam, yosun mu yoksa?
Ne o, ne o, ne o
Deniz olunmalı oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.”
* İtalyan Hugo Pratt tarafından yaratılan denizci çizgi roman kahramanı.