Heykeltıraş Cahit Koççoban’ın yaptığı Homeros heykeli, Teos Yazarevi’nin bahçesine kondu. Teos’tan, İzmir’in güney ucundan yaşadığı toprakları seyrediyor. Biz de Akkum tepesinde lir çalan Homeros vesilesiyle biraz şarap içip, Anadolulu heykeltıraş Cahit Koççoban ve alaylı felsefeci Muharrem Yakup ile söyleştik.
Homeros’un heykelini yaptınız. Yazarevi’nin bahçesine kondu. Elinde lir, tepeden Akkum’u seyreden bir Homeros…
Cahit Koççoban: Burada önce Şadan Gökovalı’yı saygıyla anayım. Cevat Şakir’in manevi oğluydu. Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi, İsmet Zeki, Cengiz Bektaş’la birlikte, Anadolu’nun kıymetini bilen aydınlardı bunlar. Mavi Anadolu grubunu kurdular. Ege bölgesinden başlayarak Anadolu’yla övünen bir topluluğa dönüştüler. Böyle bir sahiplenme, Anadolu ve Anadolulu olma sevgisi, bizi aşağılık duygusundan da kurtarıyor. İşte Şadan Gökovalı, Cevat Şakir’den öğrendiklerine dayanarak, Meles Çayı kenarında arp çalarak destanlarını anlatan bir Homeros tasvir ediyor. Bunu bir heykele dönüştürsek ne güzel olur diye düşündüm ben de. Meles Çayı İzmir’de, Bornova civarındadır. Heykel Bornova’ya ya da belki Truva yoluna yakışır diye düşünmüştüm. Fakat sağ olsun Belediye Başkanımız, bunu buraya yapalım dedi. Burası da bir yazarlık okulu ve çok yakıştı buraya. Çok mutluyum.
– Üç bin yıldır söylenen, okunan destanlar… Üç bin yıldır unutulmayan bir Homeros… Nasıl oluyor bu?
CK: Zaman olarak ölümsüz, mekân olarak evrensel bir şey bu. O yüzden dünyanın her yerinde okunuyor, her yerinde biliniyor üç bin yıldır. Ama en çok buralı tabii. Beni kendisine bağlayan da bu aslında biraz. Halkın değerlerini, tecrübelerini ve geleneklerini hikâyeleştirerek, efsaneleştirerek anlatma geleneği var Anadolu’da. Dede Korkut gibi… Bir bilgenin yaşadığı topluma dair bir şeyler anlatması, bunu hikâye etmesi… Homeros da bu ortak kültürün içinde bence, belki de köklerinden biri. Kendisi de efsaneleştirilmiş bir kişilik. Hayatı oldukça gizemli. Çok fazla devlet, çok fazla uygarlık gelip geçmiş Anadolu topraklarından ama bu gelenek hep devam etmiş.
Ben bu bağı anlatmak için yaptım heykelin kaidesindeki rölyefi. İki kadın, dertleşir gibi kafa kafaya vermiş konuşuyorlar. Birisi Truvalı Helen, savaş onun yüzünden başlamış, Akhalılar Truva’yı ve Anadolu’yu fethe gelmişler. İkincisi ise Sarı Kız, yıllar sonrasının, bir Türkmen efsanesinin kahramanı. Sen bize uğursuzluk getiriyorsun diye dağa bırakılan ve orada evliyalaşan bir kadın. İki kadın konuşuyorlar birbirleriyle, belki biz nerede hata yaptık, halkımızın başına iş açtık diye dertleşiyorlar. Belki de, “bitmeyecek mi çilemiz, bin yıllardır her şey biz kadınlardan biliniyor” diye yakınıyorlar. İkisi de aynı coğrafyada, aralarında bin yıl var. Çok güzel bir Anadolu sentezi olduğunu düşünüyorum bunun.
Anadolu da çok şehir devleti var her dönemde bu devletlerin hepsinin de ortak özellikleri var. Örneğin bu Truva savaşında bütün Anadolu devletleri Truva’ya yardımcı oldular. Bunu belirliyor araştırmacılar. Bunu anlatan bir de pasaja yer verdim rölyefte. Anadolu devletlerinin nasıl birleştiğine ve Truva’ya sahip çıktığına dair. Bu öyle önemli bir birlik, beraberlik ki… Ben yaparken bunu yaşatıyor, bunu devam ettiriyor gibi hissettim. İhtiyacımız olan kültür bu. Bizim değil sadece, dünyanın ihtiyacı. Bu belleğin canlanmasına ihtiyacımız var. Bu da ancak sanatla oluyor, edebiyatıyla, sinemasıyla…
– Bugün öğrenecek neyimiz var Homeros’tan sizce?
CK: İnsanlığın bugün değer olarak kabul ettiği şeyler var tabi. Bugün hâlâ insanın davranışına yön veren, insanı harekete geçiren değerler ve tabi zaaflar. Hep bilinen, yaşanan ama belki ilk defa Homeros tarafından dile getirilen… Bunların ilk defa bu topraklarda dillendirilmesi de gurur veriyor. Marx’ın modern çağda anlattığı şeyi, emeğin ve beraber yaşamanın güzelliğini Pir Sultan Abdal’da, Şeyh Bedreddin’de buluyorsunuz ya, öyle bir şey. Bu bana mutluluk veriyor, doğduğum ve üzerinde yaşadığım coğrafyaya beslenen bir özgüven kazandırıyor. Sanatıma bunu yansıtmak zorundayım.
Muharrem Yakup: Ben de bir şeyler ekleyeyim. Hem biraz ansiklopedik bilgi vermiş de olurum. Homeros’un İsa’dan 900 ya da 1000 yıl evvel yaşadığı iddia ediliyor. Doğum yeri olarak da İzmir, Smyrna kabul ediliyor. Adalarda gezmiş, Yunan’da gezmiş, Anadolu’yu dolaşmış. Kör olduğu iddia ediliyor ama doğruysa bile, zamanında gözlerini kaybetmeden görmüş zaten göreceğini. Resim çizer gibi anlattıklarından belli. Ama tabii esas önemli olan ondaki gönül gözü, akıl gözü. Gezdiği tozduğu yerlerden bu insanlık birikimini edinmesini, bunu süzmesini ve aktarmasını buna borçlu. Homeros’u Homeros yapan bu iki destandaki konular, tamamen insanoğlunun temel dürtülerini, eksikliklerini, değerlerini, duygularını dışa vuruyor. İnsanın insanla ve insanın tanrıyla muhabbetinin ve mücadelesinin bütün temel yönlerini sergiliyor. Paris’in Helen’e aşkı, ihanet, intikam, hırs, kahramanlık, fedakârlık, hepsini işliyor ve çok güzel işliyor. Toprak, vatan sevgisi, en dibe vurmak ve yeniden krallık katına çıkmak…
Bu destanların en büyük esprisi aslında bir anlamda bütün insanların olması. Bütün insanlarındır, çünkü yazılı bir belge değildir. Ezberlenmiş ve anlatılmıştır. Belki dilden dile anlatılıp şu bildiğimiz halini alana kadar kaç kere değişmiştir. Anlatıcıların aktarmasıyla bu efsane kültürü gelişmiştir ve bu şuna hizmet etmiştir. İnsanlar askerlik bilimini, astronomiyi, doğa bilimlerini ve başka pek çok şeyi bunlar üzerinden algılamıştır, bunlar üzerinden birbirine aktarmıştır. Bu destanlar tragedyanın önünü açmıştır. Demek ki şöyle de diyebiliriz; tabii başka pek çok şey var ama Homeros’un destanları, biliminden edebiyatına, bütün bir Yunan ve Ege kültürünün temellerini atmıştır.
CK: İşte böyle bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu kadar çok şeyin doğduğu, geliştiği bir coğrafyada. Kendisine dokunan her şeye rengini vermiş, her şeyden kendisine bir şey katmış bereketli bir coğrafyada.
Bir cevap yazın