Şirin Pancaroğlu dünyaca ünlü arp sanatçımız. En doğudan en batıya, dünyanın her köşesinde konser ve festivallerde sahne almış. Washington Post gazetesince “uluslararası ölçekte büyük bir yetenek” olarak nitelendirilmiş. Seferihisar Belediyesi’nin düzenlediği konser sayesinde, hem de bir değil iki kez, kendisini dinleme şansı oldu Seferihisarlıların. Biz de bu fırsatı değerlendirdik, kendisine arpı ve müziğini sorduk.
Ben müzikteki ilhamımı sadece müzikten almam. Bir kilim, halı, bir yörenin halk oyunu, mimarisi, mutfağı aklımda müzik olarak şekillenir. Ben sürekli olarak Anadolu ile yaşıyorum aslında. Tüm anlarım bunlarla dolu. Muhteşem bir müzik mirasımız var. Bunu çok net bir şekilde söyleyebilirim ve gelenek içinde yenilikler aramak için müthiş bir zemindeyiz.
– Arp bir klasik batı müziği enstrümanı, daha çok orada görüyoruz ama kökeni Ortadoğu’ya dayanıyor. Arpın bu gelişimi ve yolculuğu nasıl gerçekleşmiş? Kısaca anlatır mısınız?
– Şirin Pancaroğlu: Arp için bir batı müziği enstrümanı diyemeyiz aslında. İlham kaynağının avlanmak olduğu söylenegelir. Avcının yayından fırlayan okun çıkardığı ses insana bu eğik formun içerisine farklı boylarda teller germek suretiyle bir çalgı geliştirme fikrini vermiş. Bir başka deyişle avlanma eylemi kadar kadim bir çalgı yani. Bunun için batı-doğu, güney-kuzey, tür, eski-yeni gibi kavramlar tanımlamakta pek de geçerli olmuyor. Arp çalmak tarihin dev dalgalarının içinde yüzmeye benzer; buradan dalar, oradan çıkarsınız. Üstelik medeniyetler üzeridir de arp. Tek bir medeniyete ait değildir. Tüm medeniyetlerde boy göstermiş versiyonları bulunmaktadır. Mezopotamya’da açılı arplar çalınırdı, bunlar daha sonra ortadan kalktı ancak Irak, Suriye, İran ve daha sonra da Türkiye coğrafyasında çeng adı altında 16. yüzyılın sonlarına kadar çok sevilen bir çalgı olarak varlık sürdürdü.
Arp çalmak insanlıkla yüzleşmektir aynı zamanda
– Siz arpı klasik batı müziğindeki kalıpların dışına çıkardınız. Bir kısmı deneysel çok güzel işlere imza attınız. Tango yaptınız, klasik gitar parçalarını yorumladınız, Anadolu ve Ortadoğu ezgileri çaldınız. Son dönemde de tasavvuf… Sizi buna yönelten ne oldu? Bu yönelişiniz arpın doğduğu topraklarla yeniden buluşması olarak görülebilir mi?
– Evet ama bu kadar değil. Arp çalmak insanlıkla yüzleşmektir aynı zamanda; büyük merak uyandırır varoluş hakkında. Arplar halen çok ilkel halleriyle olduğu gibi son derece teknolojik donatılarla da kullanılıyor bugün. Hem bir halk çalgısı hem senfoni orkestrasında yeri var. Yani bir kalıba sığmaz arp. İçine giremeyeceği müzik yoktur. Daha doğrusu, onun içine giremeyecek müzik pek yoktur. Bütün müzikler içinden akar. Benim de müzikte ilgilendiğim alanlar tek bir kalıba sığmadığı için arpla bütün bu kanallara girmek benim için çok doğal bir sonuç oldu. Sonuçtan ziyade bir serüven, bir yolculuk diyelim. Türk müziğine gelince, 90’lı yılların sonunda rahmetli Çinuçen Tanrıkorur ile tanıştıktan sonra içime serpilen tohumlar -bu büyük müzik insanın serptiği tabii ki- zaman içerisinde Türk müziğini arp ve çeng ile ilişkilendiren çalışmalar olarak yeşerdi. “İstanbul’un Ses Telleri”, “Elişi”, “Çengnağme”, “Eternal Love” ve son albümüm “Ab-ı Hayat” bu çalışmaların çıktıları. Gayretim arp literatürüne yaşadığımız coğrafyadan lezzetler katmak ve bunu ulaşılabilir, destekleyici materyallerle, albüm ve nota yayınları olarak mesleki camiama takdim etmek…
– Müziğinizde çeşitli kültürleri bir araya getiriyorsunuz. Müzik ve çok kültürlülük hakkında ne düşünüyorsunuz? Anadolu bu bakımdan bir müzisyene neler sunuyor?
– Müzik gezgin ve esnektir. Sınır tanımaz. Melezdir. Öte yandan Anadolu demek girift ve kadim medeniyetler toplamı demek, çok kültürlülük demek. Yüzümüzü çevirebileceğimiz bundan daha büyük bir zenginlik düşünemiyorum! Ben müzikteki ilhamımı sadece müzikten almam. Bir kilim, halı, bir yörenin halk oyunu, mimarisi, mutfağı aklımda müzik olarak şekillenir. Ben sürekli olarak Anadolu ile yaşıyorum aslında. Tüm anlarım bunlarla dolu. Muhteşem bir müzik mirasımız var. Bunu çok net bir şekilde söyleyebilirim ve gelenek içinde yenilikler aramak için müthiş bir zemindeyiz.
– Uzun bir süre yurtdışında bulundunuz. Bir müzisyen için sanatını icra etmek açısından Türkiye’de olmak nasıl? Zorlukları, imkanları?…
– Müzik aslında tam tamına himaye edilmediği sürece son derece zor bir meslek dalı. Özünde bir meslek değil çünkü. Önüne imkân serince var olabilir ancak. İmkân, bilgi, rekabet, denetim… Bunların hepsi olmazsa olmazıdır sanatın. Sanatı himaye etmeyen bir tarihimiz var dersek yanlış olur. Osmanlı’da büyük bir himaye vardı. Sarayda bütün Osmanlı coğrafyası ve ötesinden müzisyenler çalışmış ve buradaki bütünleşik algı sayesinde müziğimiz büyük bir müzik geleneği olarak yükselmiştir. Yani bütün bu coğrafyanın geleneklerinin birlikte damıtılıp ulaştığı ilmî bir müzik disiplini söz konusudur. Cumhuriyet ile tabii ki yeni sistemler devreye girmiş ve bazı önemli kırılmalar olmuştur. Bugün ise devlete bağlı sanat kurumlarının nasıl işlemesi gerektiği konusunda yeni revizyonlar lazım. Burada eksik parametrelerden dolayı iyi çalışmıyorlar. Kamudaki destekler STK’lar ve bireyler bazında çok yetersiz. Kaynakların dağıtımı, iç işleyişler tamamen masaya yatırılmadığı sürece Türkiye’de sanat müziği yapmak büyük fedakârlık isteyecek ve çelimsiz kalacak müziğimiz. Bir kültür politikası oluşturmak gerekiyor.
Tek kişiye bile çalarım.
– Türkiye’nin pek çok yerinde çeşitli konserler veriyorsunuz. Arpa ve yaptığınız müziğe ilgi nasıl, gözlem yapma şansınız oluyor mu? Örneğin Seferihisar’da iki konseriniz oldu. Salonlar doluydu ve ilkinde izleyicilerle sohbet etme şansınız da oldu. İzleyicilerde ne görüyorsunuz, yabancılık mı, merak mı?..
– İkisini de… Ama yabancılık anında eriyor. Dinleyicinin bana gösterdiği ilgiden genel olarak memnunum. Bu ilgi doğrudan organizasyonla da ilişkili oluyor. Yani doğru platformda yer almamızı, doğru kitleye ulaşmamızı organizasyon sağlıyor. Seferihisar bu konuda şanslı, Seferihisar Belediyesi ve onun adına Veysel Eryürek bu konuda bilinçli bir çalışmayla fark yaratıyor. Bir ev sahibi şart, hem de misafirperver bir ev sahibi! Çoğu salon Türkiye’de ne yazık ki sahipsiz. Resmi, soğuk ve kayıp. Çünkü kültür politikaları onlarca yıldır masaya yatırılmadı, ne var ne yok içi boşaldı. Zaman içinde gelişmesi de mümkünken, aksine var olanın eridiğini gördük. Ama bir rüzgâr eser ve kanatlanır diye düşünüyorum her şey!
Öte yandan, ne olursa olun, bir kişiye bile çalsam benim için kıymetlidir ve konuşur, anlatır, o şekilde seslenirim ona. Yeter ki onun enerjisi ile benimki arasında bir denklik olsun.
– Yeni albümünüz çıktı. Bu albümde konsept ne?
– “Ab-ı Hayat” benim on ikinci albümüm. Ayasofya Hürrem Sultan Hamamı için hazırladığımız, hamam geleneğine saygı duruşu niteliğinde bir çalışma. Aslında Osmanlı müziği zemininde dinlendirici, şifa verici, hamamdaki rahatlama deneyimini yansıtan, dinlerken bu deneyimi paylaşmamızı ve gevşememizi sağlayacak bir müzik. Özgün besteler, kadim eserler ve doğaçlamalardan müteşekkil. Türünde herhalde bir ilk. Arpın ve çengin sesi su sesine benzer, dolayısıyla burada çok güzel bir örtüşme var. Hürrem Sultan’ın arzusu üzerine Mimar Sinan’ın inşa ettiği yapı, en büyük ve ihtişamlı hamam örneğimiz. Burada büyük ilhamla albümü hazırladık. Hamam içinde çeşitli sesler kaydederek bunları da müziklerin içine işledik. Çok keyifli ve derin bir çalışma oldu benim için.
– Arp Sanatı Derneği’nin kurucusu ve yöneticisisiniz. Derneğin amacı ne, nasıl faaliyetler yapıyorsunuz?
– Derneğimizi 2007 yılında kurduk. Meslek alanımızda tüzel bir çatıya ihtiyaç vardı. ASD’nin öncelikli hedefini; arpı Türk halkına tanıtmak, aynı zamanda tarihî bir Türk arpı olan çeng ile birlikte, Türk çağdaş müzik kültüründe kullanımını yaygınlaştırmak olarak belirledik. ASD, bu yerel amaca paralel olarak, uluslararası ortamda arpın kültürlerarası birleştirici gücünü de gözetmekte. Faaliyet alanlarımızın tümü, çalgının desteklenmesine yönelik. Bir yandan arp ve tarihi çengin yerel üretimlerini tasarlarken diğer yandan da yerel müzik kültüründen ilham alan çeşitli projeleri hayata geçirmek için çalışıyoruz. ASD profesyonel arp sanatçılarının ve arp öğrencilerinin başarılarının, Türkiye ve yurtdışındaki platformlara taşınmasına yardımcı olmak ve desteklemek amacıyla hareket etmeye çalışıyor. Hedeflerimize ulaşmak için, kamu kuruluşları, özel sektör ve birçok sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri oluşturduk. Bugüne kadar İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, Başbakanlık Tanıtma Fonu ve çeşitli özel desteklerle uluslararası bir festival, Türkiye’den özgün eser siparişleri, uluslararası konser etkinlikleri, albüm yayınları, nota yayınları, atölye çalışmaları, ustalık sınıfları, uluslararası burs temini, ekonomik ve amatör kullanıma uygun arp tasarımı ve çeng üretimi gerçekleştirdik. Hali hazırda devam eden çalgı üretimi projemizle, İngiltere’de devam eden bir nota yayını projemiz bulunuyor.
ASD’nin sınırlı sayıda ama çok şanslıyız ki nitelikli üyeleri bulunmakta. Arp sanatçıları, arp öğrencileri, amatör olarak arp ile ilgilenenlerle birlikte, farklı sektörlerden birçok sanatseverden oluşmakta üyelerimiz. İstanbul’da Beşiktaş Belediyesi tarafından tahsis edilen mütevazi ofisimizde faaliyet gösteriyoruz.
– Seferihisar’daki konseriniz anneler günü içindi. Siz de annesiniz, oğlunuzun müzikle ilişkisi nasıl?
– Oğlumuz Mengü ritimle ilgili, dolayısıyla perküsyon çalıştı bir müddet, halen bateri dersleri alıyor.
– Müziğin çocukların hayatında nasıl bir yeri olmalı sizce?
– Her çocuk çalgı çalmayı hak ediyor diye düşünüyorum. Her çocuğa lazım. Bunun için büyük bir seferberlik başlatılması gerekiyor. Çünkü müzik zihin geliştiriyor, ruhu sakinleştiriyor, dinlemeyi sağlıyor. İnsanların birbirlerini dinlemesini sağlıyor ki bu çok çok önemli bir konu. Belki aynı görüşe sahip değiliz ama orada ortak bir dil buluyoruz. Müzik ciddi bir iletişim aracı. Müzik konusunda Finlandiya örneğini çok iyi çalışmamız gerekir. 1950’lerde savaş sonrası harap bir alandan oluşan, müzisyeni bile olmayan bir ülkenin yıllardır seçim kampanyalarında, okullardaki müzik ders saatlerinin çok mühim bir konu olarak parti programlarında yer aldığını belirtmek isterim! Bizden kat kat fazla müzik ders saati var okullarda ve farklı uzmanlıkları olan müzik öğretmenlerini yetiştirmiş Finlandiya. Müzik, bir çocuğun eğitiminde bir ayrıntı değildir; dil, matematik, Türkçe, fen kadar önemlidir. İlimdir çünkü, inceliktir, denge sağlar, zekâyı müthiş geliştirir. Bugün Finlandiya bir kültür sanat ülkesi olarak bütün dünyada parlıyor. 1950’de bir tane müzisyeni bile olmayan, bir savaş alanından ibaret bir ülke…
– Anne babalara öneriniz var mı çocukların müzik eğitimiyle ilgili?
– Tek tip bir öneri vermekten kaçınırım çünkü herkesin imkanları farklı. Ama milli eğitimin sorumluluk alanında olan bu konunun gelecekte çok ciddi bir şekilde ele alınması en büyük arzularımdan birisi. O konuda hizmet etmek isterim.
– Bir süre önce Urla’ya yerleştiniz. İstanbul’dan uzaklaşmak aktif bir sanatçı olarak sizi zorlamıyor mu? Urla’da yaşamanın kazandırdıkları ne? Neden tercih ettiniz?
– Aslında açıkçası beni zorlayan İstanbul idi. Şehrin olumsuz enerjisi olumlu enerjisini aşmıştı benim açımdan. En azından İstanbul’un dışına çıkarak İstanbul sevgimi korumam mümkün oldu. Daimi mesken tutulduğunda beni yoran ve üretimime katkısı olmayan bir şehre dönüştü ne yazık ki. Ben aslında bunu 15 yıl önce hissetmiş ve başka bir yere taşınmak istemiştim. Hava kirliliği mesela sağlımı zaman zaman olumsuz etkiledi. Kalabalık ve trafikten bahsetmeyeyim bile. Urla’nın havası, dinginliği ve oğlumuz için İzmir’deki eğitim seçenekleri önemli kriterlerdi. Çok şükür ki bu olabildi. Ama işim gereği ayda bir kez 1-2 günümü İstanbul’da geçiriyorum.
– Teşekkür ederim vakit ayırdığınız için.
Bir cevap yazın