Erken dönem iletişim kuramlarının alabildiğine sığ modelleri arasında kulaç atarken fark ettim ki insanoğlu kendini anlamaktan ziyade, anlatmayı hobi edinmiş kendine. Binlerce yıllık insanlık tarihinde geçirdiğimiz evrim her ne kadar takdire şayan olsa da, bir türlü çözülemeyen iletişim problemimiz, toplumsal dinamiğin dişlileri arasına sokulan çomaklar gibi ket vuruyor evrilmeye meyilli beyinlerimize.
Diyebiliriz ki, bizler konuşarak anlaşabiliriz. Ama aynı zamanda, aynı bizler, konuşarak anlaşamayabiliriz de. Yasemin kokularıyla parıldayan bir pazar sabahı, otuz tane birbirinden nadide insanı, beş metrekarelik ekmek fırının içine sokup, kahvaltı için bir şeyler seçmesini istersen anlaşamayabiliriz mesela.
Görece sakin kentimin sakinleri her ne kadar apartmanın kapısını kapalı tutmayı öğrenmiş olsalar da, bir buçuk metrelik ekmek fırını kapısının önünü 4×4 jeepleriyle kapatmamaları gerektiğini öğrenemediler. Karşı kaldırıma geçip, şöyle bi alıcı gözle sokağa baksanız, üç bisikletli yan yana gidemez dersiniz. Yok öyle bir dünya. Pazar sabahı saat 10-11 civarı gidin, üç araba, iki motosiklet ve bir traktörün o daracık sokağa limitsiz kombinasyonlarla nasıl park ettiklerini izleyin. Sonra karartın gözünüzü girin fırına.
Şunu anladım ki üniversite ve askerlik deneyiminden sonra en zengin insan çeşidiyle etkileşime geçilecek yer ekmek kuyruğuymuş. Değişik yaş gruplarında 30 farklı memleketten insan, iletişememenin sınırlarını zorluyor. Birisi arkadan ittirir, birisi müsaade ister, öbürü fırsattan istifade sırasını beklemeden önüne dalıverir, bir diğeri tezgâh altından gevrekleri mıncıklar. Abicim pazar sabahı yüzlerce kişinin girip çıktığı fırında önceki akşamdan kalma bayat gevrek olur mu? Hadi diyelim oldu, sana denk gelir mi? Ha eğer o bayat gevrek de gelip seni buluyorsa git kurşun döktür arkadaşım. Bu denli saplantılı bir paranoya olabilir mi, adam taze gevreği beğenmiyor arkadaş? Fırından birkaç saniye önce çıkmış susam susam tüten gevreğin neyini mıncıklıyorsun güzel kardeşim. Tabi fırıncı dayanamıyor “beyfendi” diyor, “ellemeden seçelim”. Mütemadiyen 70 derece ısıya maruz kalan fırıncı abimin hatırı için vazgeç bari elleme sevdasından. Laftan anlıyor mu peki? Tabii ki hayır. O sırada tezgâhın arkasındaki abla sesleniyor: “eveeet, sıradan alalım”. Alalım da, tezgâhın önünde omuz omuza dizilmiş üç kişi var, hangi sıradan alalım? Öndeki üçlü yandan yandan birbirini keserken arkadan başka biri bağırıyor: iki boyoz bi yumurta alabilir miyim? Alırsın abla. İki boyoz da alırsın, beş gevrek de alırsın. Sen bu azimle, oğluna kent konseyi başkanının kızını bile alırsın. Ama suç sende değil ki. Suç, soru sorulduğunda melül melül birbirine bakan üç öncü kuvvette. Sanırsın adamlar suskunluk yemini etmişler, konuşsalar depremler olacak, meteorlar yağacak boyozların üzerine.
Bütün bu olaylar eş zamanlı vuku bulurken gevrek standının önünde iki teyze, sosyal realiteden tamamen uzakta alevli bi gıybetin kucağına düşmüşler. Onlar için gevreğin tazeliğinin ya da ekmeğin sıcaklığının hiçbir anlamı yok. Aslında teyzelerin her ikisi de tek bir amaç için evden çıkmışlardı; kahvaltılık bişeyler almak. Ama hayır, ikisi de misyonlarının dışına çıkıp yönünü şaşıran havai fişekler gibi tezgâhın önünde patlıyorlar. Mevzu öyle hararetli ki utanırsın o etten duvarı aşıp iki gevrek almaya. Parmak ucunda yaklaşıyorum tezgâha, usulca uzatıyorum elimi… “Afedersiniz” diyorum. Tepki yok. Duymuyorlar beni ya da duymazlıktan geliyorlar. Olsun diyorum kendi kendime, ben de kıymalı börek falan yerim.
Tüm bu alaturka kaosun içinde fırın çalışanlarının arasındaki seremoniyi izlemeye doyamazsınız. Bu güzel insanlar, her şeye rağmen öyle güzel bir dinamik kurmuşlar ki, akil insanlar toplansa nasıl bir sistem ya da yöntem kullandıklarını anlamaları çözümsüz bir süreç olarak cumhuriyet tarihine yazılır, kolay kolay da silinmez. Bir bakıyorsunuz kasada duran kardeşimiz fırının başına geçmiş. İki dakika sonra arka tarafa gitmiş yumurta soyuyor. O arada az önce kıymalı börekleri getiren abla kasaya geçmiş sipariş alıyor. Fırıncı atıyor küreği, atlıyor arabaya, ekmek mayası almaya gidiyor. Anlayacağınız gıpta ile izleyeceğiniz bir kolektif çalışma örneğine sahne oluyor o minicik fırın.
Alacaklarınızı aşağı yukarı tamamlayıp çıkışa meylettiğiniz sırada sizi hemen kapının yanındaki banka oturmuş bir amca karşılayacak. Tombik göbeği, kısa boyu ve gür bıyıklarıyla orada oturmuş tüm bedeniyle tebessüm eden bir adam. “Alice in Wonderland”deki tırtıldan tutun da “Kung-fu Panda”daki yüce tosbağaya kadar tüm dengeye ulaşmış karakterler bu amcadan ilham alınarak yaratılmış sanırsın. İçerideki kaosun aksine bu adam orada oturup umarsızca gülücükler saçıyor etrafa. Yoldan geçenlere takılmak suretiyle ortam yapan bu amca diyalektiğin mihenk taşı adeta. Kadim bir antitez ormanını koruyan orman elfi kadar sadık, fırından yeni çıkmış “sentez”leri sineye çekebilecek kadar da olgun bir zat. Öyle ki her kapıdan çıkan onun için BİR. Kim olursan ol iki kelam lafı var sana söyleyecek. Hiç bir şey diyemese “hadi selametle” der, sen de aldığın hayır duasının gazıyla arabana biner, yavaş yavaş sağ şeritten dönersin evine. Akşam yatağına girdiğinde de düşünürsün bu sebepsiz mutluluk nedendir diye. Sebepsiz yere yaprak bile kımıldamazken bu mutluluk nasıl vuku bulur minik yüreğinde? İşte sen birtakım yanıtsız sorularının kısır döngüsünde dünyaya paralel dönerken, isimsiz bir kahraman çıkagelir, yavaşça çekip çıkarır iliklerinden pas tutmuş ruhunu. İşte sen o vakit anlarsın Cittaslow ruhunu.
Bir cevap yazın