Yaklaşık 14.000 yıl önce Güneydoğu Anadolu’da Urfa civarında başlayan insanla buğdayın aşkı, insanı yerleşik yaşama geçirmiş, tarıma başlatmış ve çok uzun bir süre yayılmadan aynı bölgede kalan bu ikili, yani insan ve buğday, bundan sonra iyice ayrılmaz olmuşlardır.
Buğday, hızla yeni yaşam alışkanlıkları geliştirir.
Charles Darwin
“Petrole sahip olan, devletlere sahip olur; gıdaya sahip olan halklara.” Bu sözün 1974 yılında o dönemin ABD dışişleri bakanı olan Henry A. Kissinger tarafından söylendiği iddia edilir. Elbette gıda kaynakları içinde de birinci sırada gelen buğday bu sözü doğrularcasına insanlık tarihinin biçimlenmesinde önemli rol oynamıştır.
Tahılların içinde ilk evcilleştirilenlerden olan buğday her zaman diğer bitkilerden farklı olmuştur insanlık için. Zira kalorisiyle, doyuruculuğuyla, ekmeğin hammaddesi olmasıyla ayrılır diğerlerinden. Ayrıca insanla barışıktır buğday. Hatta dünyanın hâkimidir desek yanlış olmaz. Dünyada yaklaşık 6 milyon kilometrekareye ekilmekte buğday, yani Avrupa kıtasının yarısından fazla veya Avustralya büyüklüğünde bir alana… Birçok devletin sınırlarından daha büyük bir alandan söz etmekteyim. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin yüzölçümünün yaklaşık beş katı veya Hindistan’ın iki katı büyüklüğünde bir alanı gözünüzün önüne getirin. İşte bu kadar büyük bir alanda ekili ve dünyada ekolojik toleransı insandan sonra belki de en fazla olan canlıdır buğday bitkisi.
Bu yazıda insanın buğdayla tanışması konu edilecek. Ancak ondan önce Felipe-Fernández Armesto’nun Galaktik Müze Bekçileri’nden söz edeceğim. Bunlar Armesto’nun yarattığı fantastik yaratıklar ve uzak bir gelecekten dünyaya bakmaktalar. Şimdi sözü Armesto’ya bırakmanın zamanı.
“…Birkaç yıl önce, Galaktik Müze Bekçileri adını verdiğim fantastik yaratıklar kurguladım ve okuyucuyu onları uzak bir gelecekten dünyamıza bakarken hayal etmeye davet ettim, muazzam bir zaman ve mekân uzaklığından, bizim ulaşamayacağımız bir objektiflik derecesiyle -tarihin ağına düşmüş- geçmişimizi bizim kendimizi gördüğümüzden daha farklı göreceklerini söyledim. Belki de bizi yanılsama kurbanı olan aciz parazitler olarak görürler; buğday bizi kurnazca kandırıp bütün dünyaya yayılabilmiştir. Veya bizi tahıllarla birbirine bağımlı ve dünyayı kolonize eden asalaklar gibi simbiyotik bir ilişki içinde varsayabilirler…”(1) Armesto’nun konuya bu şekilde yaklaşımı gerçekten çok farklı ama bir yere kadar da doğru. İnsan-Buğday ikilisi, olasılıkla günümüzden 14.000 yıl önce başladı bu kolonizasyona. Veya şöyle de denebilir. Buğday yaklaşık 14.000 yıl önce insanla karşılaştığında yayılmak ve dünyanın hâkimi olmak için onu yani insanı “kandırdı”. “Kandırdı” sözcüğü rahatsız edecekse başka bir ifade de kullanılabilir, “ikna etmek” gibi.
Elbette aslında olan karşılıklı bir ikna idi. İnsan buğdayı değişik yerlerde ve kendi kontrolünde yetişmeye ikna ederken buğday da insanı kendisiyle yaşamaya ve kendisine bağımlı olmaya ikna etmişti. Bu bağımlılığa yani insanın buğday tarafından ikna edilişine bugün yerleşik yaşam demekteyiz ve uygarlığın başlangıcı da yerleşik yaşam.
Bir diğer deyişle günümüzden yaklaşık 14-15 bin yıl önce başlamıştır her şey. Önce yarı göçer hale gelen insan sonra yerleşmeye ve ardından tarıma başlamış ve bu yeni başlangıç Neolitik Devrim olarak adlandırılmıştır arkeolog ve tarihçilerce.
Bu yazılanların kanıtı arkeologlar tarafından son yirmi yıl içinde Güneydoğu Anadolu’da GAP kapsamında yapılan kazılar sayesinde ortaya çıkmıştır. 1990’lı yıllarda başlayan ve bir kısmı halen devam eden Hallan Çemi, Çayönü, Göbeklitepe, Nevali Çori, Körtiktepe, Mezra Teleilat, Gürcütepe kazıları ile daha eski bir kazı olan Diyarbakır Çayönü’ndeki çalışmalar bugün artık Neolitik tanımını bile değiştirecek bilgiler vermekte ve ilk çiftçilerin günümüzden 14.000 yıl öncesinden itibaren yavaş yavaş ortaya çıktığını belgelemektedir.(2) Konunun uzmanı Mehmet Özdoğan bakın neler yazmış:
“Dar anlamıyla Neolitik dönem, beslenme, teknoloji ve yaşamı belirleyen öğelerin yeniden biçimlenme sürecini yansıtmaktadır. Sonuçları bakımından devrim niteliğindeki bu değişimin oldukça uzun bir süre içinde gerçekleştiği, yaklaşık olarak MÖ. 12000 yılları ile 6000 yılları arasındaki bir döneme yayıldığı bilinmektedir. Bu sürecin başlangıcı Son Buzul Çağı’nın yarattığı koşulların ortadan kalkması, bugünkü iklim kuşaklarının yerleşmesiyle ilişkilidir. Dünyanın her yerinde insanlar, değişen doğal çevre koşullarına, bildikleri teknoloji ve sosyal alışkanlıklarıyla uyum sağlamışlardır. Ancak Yakındoğu’nun belirli bir bölgesinde bu dönüşüm dünyanın diğer yerlerinden farklı olmuş ve daha sonra tüm dünyayı etkileyecek olan yeni yaşam biçimini ortaya çıkarmıştır.”(3) Charles Darwin’e ait ve yukarıda, yazının başında kullandığım epigram şimdi daha da anlam kazanmakta. “Buğday, hızla yeni yaşam alışkanlıkları geliştirir.” Yakındoğu’nun belirli bir bölgesinde olan dönüşüm ve yeni bir yaşam biçimini ortaya çıkışı da yine buğdayla ilgilidir. Çünkü buğdayın anavatanı Güneydoğu Anadolu’dur. Arkeobotanik veriler üzerinden yapılan DNA analizlerinin sonuçları hem einkorn hem de emmer buğdaylarının günümüzde yaşamını sürdüren popülâsyonlarının en yakın akrabalarının, Güneydoğu Anadolu’daki Karacadağ bölgesinde bulunduğunu göstermiştir.(4)
Urfa yakınlarında 1995 yılından beri devam eden kazılarıyla günümüz Yakındoğu arkeolojisine son derece önemli bilgiler katan Göbekli Tepe bu konuda doyurucu sonuçlara ulaşılmasını sağlamıştır. Bakın Göbeklitepe’nin kazıcısı Klaus Schmidt burasını nasıl tanımlamakta. “Göbeklitepe bu tarihlerde halen avcı ve toplayıcıların dünyasına ait bir yer olmakla birlikte; Neolitik Devrim’i gerçekleştirmek ve bilinçli üretim yoluyla besin sağlamada temel değişiklikleri getirecek çiftçiliğe dayalı bir yaşam tarzını keşfetmek üzere olan avcı bir kültürün çok etkileyici kapanış evresini temsil etmektedir.”(5)
İnsanın buğdayla aşkı
Avcılık ve toplayıcılıktan ilk üretimciliğe geçiş evresinin sonucu gerçekten bir devrim niteliğinde olmuş ve insanoğlu dünya üzerindeki yaklaşık son 15.000 yılında bugünkü uygarlık düzeyine ulaşmış, bir diğer deyişle çiftçiliğin yanı sıra metalürjideki gelişmeleri sağlamış, konut mimarisini değiştirmiş, yazıyı bulmuş, kentleşme sürecini başlatmış ve bugüne ulaşmıştır. Kısacası uygarlığı başlatan buğday olmuştur, ya da uygarlığın başlaması insanın buğdayla tanışması ve birbirleri için ayrılmaz iki âşık olmalarıyladır. Öyle ilk görüşte aşk da değildir aralarındaki. Olasılıkla çok uzun bir süre birbirlerini uzaktan gözlemiş zaman zaman yakınlaşmış, zaman zaman uzaklaşmış ama sonunda birbirleri olmadan yaşayamayacaklarını anlamışlardır.
Yazıyı ilk kullanan uygarlıktan yani Sümerlerden kalan belgeler içinde önemli bir yer tutan mitoslarda buğdayla ilgili bazı bilgiler bizim için yol göstericidir. Bu mitoslardan Dumuzi ile Enkimdu konusu itibarıyla ilgi çekicidir ve daha sonraki Kain (Kabil) ile Habil mitosunun da kaynağı olarak görülmekte. Bu mitos, tarımcı ve çoban yaşam biçimleri arasındaki çok eski bir rekabetle ilgilidir. Mitosta tanrıça İnanna, ya da diğer adıyla İştar koca seçmek üzeredir ve koca adayları, çoban-tanrı Dumuzi (Tammuz daha sonra Habil) ile çiftçi-tanrı (daha sonra Kabil) Enkimdu’dur. Enkimdu yarıştan çekilmesi için Dumuzi’yi ikna etmek üzere ona çeşitli armağanlar vereceğini söyler ve bu armağanlar içinde buğday da vardır.(6) Madem tarih çağlarına biraz girdik öyleyse zamansal açıdan yolculuğa devam edip aynı coğrafyada sonraki dönemlerde ortaya çıkan diğer uygarlıklara da kısaca göz atalım.
Geç Hitit Beylikleri döneminden kalan ünlü İvriz kabartmasında Fırtına Tanrısı Tarhunt’un bereketlilik simgesi olarak elinde bir demet buğday ve bir salkım üzüm tutması boşuna değildir. Daha sonraki dönemlerde, Bereket Tanrıçası olan Demeter’in de elinde buğday başaklı betimlemelerinin olması bu kanıyı doğrulayan bir diğer kanıttır. Ayrıca, Hititçe metinlerde 180’e yakın ekmek, pasta, börek ve unlu ürünün adı geçmektedir.(7)
İşte böyle buğdayın insanla olan aşkı. Yaklaşık 14.000 yıl önce Güneydoğu Anadolu’da Urfa civarında başlayan bu aşk, insanı yerleşik yaşama geçirmiş, tarıma başlatmış ve çok uzun bir süre yayılmadan aynı bölgede kalan bu ikili, yani insan ve buğday, bundan sonra iyice ayrılmaz olmuşlardır. Bu aşkın sonucunda insan buğdayı terk edememiş ve dokuz bin yıl önce başlayan bir göç sürecinde onu da yanına alarak gittiği her yere götürmüştür. Bu da yeni yaşam biçiminin hızlı bir şekilde uzak coğrafyalara aktarılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu dokuz bin yıllık süreçte buğday insanın yanında Güneydoğu Anadolu’dan yola çıkarak, elden ele Atlantik kıyılarına kadar ulaşmıştır.
İnsanlığın toplumsal belleğinin bir ürünü olan kutsal kitapların sözleriyle aktaracak olursak, “ve sana diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin; toprağa dönünceye kadar, alnının teriyle ekmek yiyeceksin…”(8) sözleri gerçekleşmiş, cennetten yeryüzüne inen insan kendi cennetini de cehennemini de burada, dünyada yaratmıştır.
DİPNOTLAR
1) F.F. Armesto, Yemek İçin Yaşamak-Yiyeceklerle Dünya Tarihi, Çev.E.Akhan, İletişim Yay., İstanbul-2007, s.122.
2) A. Uhri, “Ekmek ve Uygarlık”, Metro-Gastro/42, Metro Kültür Yay., İstanbul-2007, s.121.
3) M.Özdoğan, “Neolitik Dönem: Günümüz Uygarlığının Temel Taşları”, 12.000 Yıl Önce “Uygarlığın Anadolu’dan Avrupa’ya Yolculuğunun Başlangıcı” Neolitik Dönem, (edt.)N.Başgelen, YKY Yay., İstanbul-2007, 9-20.
4) G.Willcox-M.Savard, “Güneydoğu Anadolu’da Tarımın Benimsenmesine İlişkin Botanik Veriler”, Anadolu’da Uygarlığın Doğuşu ve Avrupa’ya Yayılımı-Türkiye’de Neolitik Dönem-Yeni Kazılar, Yeni Bulgular, (edt.)M.Özdoğan-N.Başgelen, Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul-2007, s.427-440.
5) K.Schmidt, “Göbekli Tepe” 12.000 Yıl Önce “Uygarlığın Anadolu’dan Avrupa’ya Yolculuğunun Başlangıcı” Neolitik Dönem, (edt.)N.Başgelen, YKY Yay., İstanbul-2007, s.93-95.
6) S.H. Hook, Ortadoğu Mitolojisi, Çev.A.Şenel, İmge Ktbv., Ankara-1993, s.36-37.
7) A. Albayrak-Ü. Solak-A. Uhri, Deneysel Bir Arkeoloji Çalışması Olarak Hitit Mutfağı, Metro Kültür Yay., İstanbul-2009, 21.
8) Tekvin, 3: 18-19. Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul-1993.
Bir cevap yazın