Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer ile söyleşi:
Köklerine sahip çıkmak ve onları korumak, orada saplanıp kalmak anlamına gelmiyor. Aksine sağlıklı bir gelişmenin ve ilerlemenin yolu buradan geçiyor. Köklerini koruyarak, buradan güç alarak… Ben köyü ve küçük üreticiyi koruyan bir kalkınmadan, ilerlemeden bunu anlıyorum.
-Seferihisar Belediyesi’nin küçük üreticinin desteklenmesine özel bir önem verdiğini biliyoruz. Sistemin büyük ölçekli üretim üzerine kurulduğunu düşünürsek, dünyanın tersine mi gidiyorsunuz?
– Aslında pek öyle değil. Şuradan başlayalım. Kapitalist üretim ilişkileri sanayi devriminden sonra hız ve büyüklük fetişleri ile beslenerek büyümüş, bunu görüyoruz. Sanayide, tarımda, turizmde hep daha hızlının ve daha büyüğün önü açılmaya çalışılmış. Yani tarımsal üretim yapacaksanız, 10 dönüm değil, 100 dönüm değil, binlerce dönüm birlikte ekilmiş. İmalat yapacaksanız 10 işçi, 100 işçi değil, binlerce işçi büyük fabrikalara toplanmış. Turizmde 2000 yataklı, 3000 yataklı devasa tesisler ortaya çıkmış. Kısacası ölçek sürekli büyütülerek sektörler büyütülmüş, kâr marjları arttırılmış.
Artan nüfusun tüketim ihtiyacını karşılamak, refah düzeyini geliştirmek gibi gerekçeler gösterildi bu büyüklük tutkusuna ama bir noktada bunun sağlıklı olmadığı anlaşıldı. Ve Batı dünyasının kapitalist ülkeleri başka bir şey yapmaya başladılar. Küçük üreticiyi yaşatmak gerekiyordu, bunu anladılar ve ona destek olacak, sahip çıkacak modeller kurgulamaya başladılar. Bugün geldiğimiz noktada, örneğin Birleşmiş Milletler 2015 yılını “Aile Çiftçiliği Yılı” ilan etti. Küçük üreticinin sisteme karşı kendisini savunma mekanizması olarak geliştirdiği kooperatifleri, sistem içinde değerlendirmeye başladılar. Kooperatifçilik böylelikle güçlendirilmeye başlandı.
Hollanda’ya bakıyorsunuz, kesme çiçek ihracatçılarının yüzde 90’ından fazlası bir kooperatif çatısı altında buluşarak çalışıyor. Finlandiya’da süt üreticilerinin neredeyse tamamı kooperatif üyesi. Peynirciler İtalya’da, şarapçılar Fransa’da, narenciye üreticileri İspanya’da… Her yerde muazzam bir kooperatifleşmeye gidilmiş durumda.
Yani kapitalist dünya da bunu anladı. Evet, kentleşiyorsun ve bunu beslemek için tarımı büyük ölçekte ve endüstriyel yapıyorsun. Ama kırsalı yok ederek, küçük üreticiyi yok ederek refahı arttıramıyorsun. Yaşam kalitesini yükseltemiyorsun, üstelik toplumda yeni gerilimlere neden oluyorsun. Dolayısıyla mutlaka onu yaşatacak çözümler bulmak zorundayız, böyle bakılıyor artık.
İşin diğer bir yanı ise şu. Yerelleşmek insanlığın geleceğinde daha fazla yer işgal edecek gibi gözüküyor. Kapitalizm ulus devletler üzerinden gelişmişti, geleceğin dünyasının ise kentler dünyası olacağını söyleyen fütüristler var ve bunu çok sağlam dayanaklar üzerine oturtarak gerekçelendiriyorlar.
Bu da aslında yine küçük üreticiyi destekleyen ve besleyen sonuçları ortaya koyuyor. Çünkü şu açık ki, köylerin ve küçük üreticinin yok olması pahasına refah yükselmiyor. Yani bu sistem mutlaka küçük üreticiyi yaşatmak zorunda. Bunun farkına varıldığı için dünyada da küçük üreticinin korunması yönünde bir eğilim var.
– Ülkemizde durum ne?
– Biz Türkiye olarak durumun vahametinin farkında değiliz henüz. Aksine yangına körükle gider gibi küçük üreticiyi yok etme politikaları içindeyiz. 16 bin köy mahalleye dönüştürülüp şehirlere bağlandı. Türkiye’de 34 bin köy vardı, şimdi 18 bin kaldı, neredeyse yarısı gitti yani. Bu Türkiye için büyük bir travma bence ve henüz bunun sonuçlarının farkında değiliz. Bu köyler emlak vergisi ödemeye başlayacaklar, çevre temizlik vergisi ödemeye başlayacaklar. Öte yanda da köyde üretip kazanma imkânı, çiftçilik, tarım tamamen bitirilecek. Ne olacak, nereye gidecek bu köylü? Tersanelerde, inşaatlarda, madenlerde ucuz işgücü olacak.
Sembolik bir şey belki ama gurur verici, Türkiye’de kırsal nüfus hızla azalırken, nüfusu artan tek köy bizim ilçemizde, Turgut Köyü.
– Köyün yok olmasının kültürel boyutları da var tabii…
– Bunun kırsal hayata getirdiği yoksullaşma ve çoraklaşma sadece ekonomik değil elbette. Kültürel boyutları da en az bu kadar önemli. Çünkü aynı zamanda kadim kültürün yok olmasına yol açıyor. Köy sofrası, köy düğünü, hasat gelenekleri, imece, bunların hepsi unutulup gidiyor. Köy yumurtası diye bir şeyi bile arar hâle geldik şimdiden. Kısacası, köyle ilgili o kadar çok şey var ki aslında hayatımızda, belleğimizde, bütün bunlar unutulacak. Biz bunları torunlarımıza masal gibi anlatacağız. Bir zamanlar köy diye bir şey vardı, şöyle şeyler olurdu, böyle yaşanırdı, şöyle güzeldi, sevimliydi falan diye. Masal gibi olacak, hafızamızdan silinip gidecek.
Batı, aman biraz daha az tahribatla şu yangını atlatalım, söndürelim telaşında iken biz yangına körükle gidiyoruz yani. Büyütelim, daha da büyütelim, biraz daha köpürsün, biraz daha büyüsün diye bakıyoruz. Onun için 16 bin köyü kapatmakta hiçbir beis görmüyoruz.
Ben bunun son yıllarda Türkiye’nin yaşadığı en büyük travma olduğunu, bedelini gelecek kuşakların çok ağır biçimde ödeyeceği tasarruflardan birisi olduğunu düşünüyorum.
– Köyü ve küçük üretimi korumaktan söz ediyorsunuz. Korumak, muhafaza etmek, yavaşlık… Bunlar ilerlemeyle, kalkınmayla çelişkili çağrışımları olan kavramlar. Öyle mi gerçekte de?
– Hayır, daha doğrusu nasıl kavradığınıza bağlı. Cittaslow fikrinin aslında iki tane temel ilkesi var. Kentin doğasına ve tarihsel mirasına sahip çıkmak. Böylelikle kentlerin kimliklerini kaybetmesinin önüne geçmek. Kimlik kaybı, hafıza kaybı demek… Bu da köklerden kopmayı beraberinde getiriyor. Bizim burada sözünü ettiğimiz şey de bir köke sahip olmak, köklerimizi korumak. Nasıl ki kökünden zarar görmüş ağaç yaşamaz, gelişmez, dışarıdan baksan hâlâ ağaçtır ama aslında cansızdır; kökümüz zayıfladıkça biz de aslında kimliksizleşiyoruz, yabancılaşıyoruz, canlılığımızı yitiriyoruz.
Köklerine sahip çıkmak ve onları korumak, orada saplanıp kalmak anlamına gelmiyor. Aksine sağlıklı bir gelişmenin ve ilerlemenin yolu buradan geçiyor. Köklerini koruyarak, buradan güç alarak… Ben köyü ve küçük üreticiyi koruyan bir kalkınmadan, ilerlemeden bunu anlıyorum.
Ama burada meselenin ikinci yanı önem kazanıyor. Nasıl bir kalkınma, nasıl bir ilerleme, nasıl bir refah istiyoruz? Hızla haz arasında ters bir bağ var; hızla hafıza arasında, hızla düşünce arasında ters bir bağ var. Hızlandıkça düşüncenin derinliğinden uzaklaşıyoruz, yüzeyde kalıyoruz. Hızlandıkça hafızamızı kaybediyoruz. Bunu kendimizden da biliriz, çok basit, yürürken bir şey hatırlamak istiyorsak yavaşlarız, dururuz. Şunu çok net söyleyebilirim, büyümeyi ve refahı hız ve ölçekte büyüklük ile tanımladıkça, aslında kendimizden, mutluluktan, hazdan uzaklaşıyoruz. Doğanın ritmi ile uyumlu bir ritmimiz olmak zorunda, büyüme de öyle.
Çünkü biz doğanın bir parçasıyız. Yani sen, ben şu saksıdaki bitkiden farklı değiliz. Kendimize vehmettiğimiz bu yüksek manalar münasebetiyle kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz aslında. Büyümekten, kalkınmaktan ve refahtan anladığımız şey bizi biz olmaktan uzaklaştıran bir noktaya gidiyor. Hiçbir kişisel serveti olmayan bir devlet başkanı vardı ya Uruguay’ın, Jose Mujica, onun şu sözüne bayılırım. Diyor ya, alıyoruz, alıyoruz, alıyoruz, sonra onları koyacak yer bulamıyoruz ama büyük bir hata yapıyoruz. Bunları kazandığımız parayla aldığımız zannediyoruz, oysa o parayı kazanmak için harcadığımız zamanla alıyoruz ve aslında para ile geri kazanılamayacak tek şey zamandır. Hayatı böyle ıskalıyoruz. Böyle diyor Mujica. Gerçekten haklı, doğanın ritmi ile uyumlu olmayan bir büyüme, kalkınma, ileri gitme adına biz hayatı ıskalıyoruz.
Evet, refah hepimizin aradığı bir şey. Evet, ileriye gitmek gerekir. Ama bunun gerçekçi ve doğayla, tarihsel birikiminle yani elindeki malzemeyle uyumlu olması gerekir. Öbürü suni teneffüsle şişirilmiş bir büyüme oluyor ve eninde sonunda patlıyor, yok ediyor.
O nedenle ben başka bir hayat mümkündür derken, başka bir tarım mümkündür derken, perspektifimizi, bakış açımızı değiştirerek bir büyüme, bir hız, bir refah kastediyorum.
– Küçük üreticinin desteklenmesi böyle bir büyüme ve kalkınma perspektifinin öğesi o halde…
– Evet, en önemlisi bence. Cittaslow’un 72 tane kriteri var, her kent kendine uygun olanı, kendince önem verdiklerini biraz daha öne çıkartır. Bizim öne çıkarttığımız şey yerel üreticiyi desteklemek kriteriydi. Bütün hikâyenin oradan kurulması gerektiğini ve asıl bunu yaparsak anlamlı sonuçlar ortaya koyabileceğimizi düşündük.
Bizim yaptığımız her şey aslında bu kritere uyumlu olarak yapıldı. Kurduğumuz birlikler, kooperatifler, onlarla yaptığımız işler, pekmez üretme tesisinden soğuk hava deposuna, karakılçık topan buğdayından lavantaya, şimdi mezbahadan hayvan pazarına… Yani bütün bu hikâyeyi aslında yerel üreticinin, küçük üreticinin önünü açmak kriterinden yola çıkarak yaptık.
Bütün diğer kriterler de aslında bunu destekleyen ve bununla buluştuğunda güçlenen bir yerel kalkınma modeli ortaya koyuyor. Öyle olduğu için Seferihisar’da kadınlar para kazanmaya başladı, öyle olduğu için Seferihisar’da gayrimenkullerin değeri yükselmeye başladı, Seferihisar marka oldu, öyle olduğu için Türkiye’nin her yerinde birçok kent Seferihisar’ın yolundan ilerlemek istiyor.
Yani bizim için temel eksen, esas kriter bu oldu. Küçük üreticiyi desteklemek lazım, bu bir yerel yönetimin asli görevidir dedik. Oradan başlayarak yürüttüğümüz bir yolculuk bu. Festina lente diye bir özdeyiş var Latince, “yavaşça acele et” diyor. Cittaslow’un düsturlarından biri bu. Öyle yapmaya çalışıyoruz biz de. Çok şey başardık, çok mesafe kat ettik bu yolculukta ve daha çok yolumuz var. Ama aceleyle, telaşla, dizginsiz bir büyüme ve ilerleme hırsıyla değil, doğaya ve tarihsel birikimimize uyumlu bir şekilde yürümeliyiz.
Bir cevap yazın