Melda Onur
“Vekil vekil! Bana işe engel olmaktan dava açıyorlar. Peki ya benim işim ne olacak?”
Elini kolunu sallayarak öfkeyle derdini anlatmaya çalışan kadın, Erzurum’un Tortum İlçesi’nin Bağbaşı köyündendi. 2011 senesi sonlarıydı. Yeni milletvekiliydim ve yerel mahreçli bir gazete haberinde okuduğum “Leyla HES eylemine gitti diye babaannesi ile görüşmesi yasaklandı” cümlesiyle kendimi Bağbaşı’nda bulmuştum.
Çevre konusunu takip edenler, köyündeki kadınlarla birlikte, derelerine HES yapacak şirketin kepçesinin önüne geçince başına gelmedik kalmayan Leyla Yalçınkaya’yı hatırlarlar. Taşeron inşaatçının işine engel olmak ve jandarmaya mukavemetten neredeyse 5 köyün yargılandığı davada, henüz 17 yaşında olan Leyla Yalçınkaya’nın ise, “Suça sürüklenen çocuk” hükmü altında HES eylemlerine katılanlarla görüşmesini yasaklamıştı hâkim. Bu durum babaannesiyle, amcasıyla, babasıyla görüşmemesi demekti. Leyla’nın hikayesi uzun, ama mutlu sonla bitti. Ben de şimdi Anadolu tarımının esas sahibi kadınlardan bahsedeceğim biraz.
Bağbaşılı köylü kadının “Peki ya benim işim ne olacak” sorusu, bütün bu çevre-enerji-tarım-kalkınma yatırım kelimelerinin kafamda netleştiği andır. Bu soruyu çok iyi düşünmek gerekir.
Mini İşletmeler
Bağbaşı Köyü Erzurum’un Tortum ilçesi içerisinde akan Ödük Çayı’nın bereket dağıttığı beş köyden biri. Belki de bu bereketten en çok pay alan köy. Hayır, bu cümle bir pastoral romantizmle yazılmadı. Zira -bilirkişi raporlarında da kayıtlı olduğu üzere- Bağbaşı Köyü meyve ağaçları, sebze meyve seraları ile bir tarım köyü. Her ne kadar HES’e yol vermek için yazılan ilk bilirkişi raporunda meyve ağaçlarından hiç söz edilmese de, İç Anadolu’da aklınıza gelebilecek her türlü meyvenin ağacının bulunduğu bir cennet. Köye ilk girdiğimde beni sıkı sıkı sarılarak karşılayan köylüler kocaman bir elma ağacının altına meyve sofrası kurmuşlardı. Kızılcıktan armuda yok yoktu. Bağbaşı’nın elma ağaçlarının kırmızıları arasında yapraklar zar zor kendilerini gösterebiliyorlardı. Yürürken başınıza elma düşerken, düşmüş elmaları yerlerden toplayıp yiyebileceğiniz kadar da güvenli organik bir topraktı.
Organik lafı da boşuna söylenmedi burada. Zira Bağbaşı’nda üretilen organik elmaların alıcısı Almanya idi. Bebek maması yapımında kullanılıyordu. Yani Bağbaşı’nın organik elmaları Almanya’nın bebeklerine besin oluyordu. AB hibe kredisi ile kurulmuş seralar nefis sebzeler veriyordu. Ve bırakalım bu büyük çaplı ticari üretimleri, orada her bir ev birer küçük tarım işletmesiydi. Ve her bir kadın da o küçük tarım işletmesinin ortağı idi. Sabah kalkıp Ödük Çayı’nın suyuyla bahçesini sulayan, hayvanlarına su veren, sütünü sağıp peynir, yoğurt yapan, sebzelerini toplayıp yakın pazarlara götürüp satan ve küçük 8-10 kişilik aile işletmesinin temel ihtiyaçlarını bu kazandığı parayla karşılayıp, akşama da bahçeden topladığını kocası, çocukları, gelinleri, torunlarının önüne koyan iş kişisi idi.
Kadınların İsyanı
Ve bir gün bir başka işletme bu kadının bütün hayatı olan suyun, toprağın böğrüne kepçe indirmişti. Toprak azalmış, kazılmış, su bulanmış, hayvanlar tedirgin ve belki de süt veremez olmuştu; heyelan riski başlamıştı. Zira taşeron firmanın kamyonlarına yol açmak için “sökelim şunları” dedikleri bir nevi bitki, yüzyıllardır o coğrafyada heyelanı önlüyordu.
O yüzdendi isyan. Oradaki küçük tarımın işten sayılmamasınaydı.
O yüzdendi kadınların isyanı. Oradaki işten sayılmayan 1 ev hanelik küçük tarım işletmelerin sahipleri onlardı. Kocalar belki yakındaki bir ilçedeki bir inşaat şirketine günlük yevmiye ile ameleliğe gidiyorlardı. Onların işmiş gibi görünen etkinliği aslında kölelik, evişi gibi görünen ise gerçek bir işletmeydi.
O yüzden HES’lerin, termiklerin karşısında hep kadınlar var. Şiddete, yerlerde sürüklenmeye, mahkemelere rağmen vazgeçmeyen kadınlar.
Kadın ve toprak-tarla ilişkisine dair her bölgeden onlarca örnek verebilirim. Siyasetin erkeklerin iş alanlarını odağa alan bir kurguyla hareket etmesi sırasında öğütülüp giden bu kadın ekonomisinde tarım-hayvancılık çok belirleyici aslında. Yalnızca bu değil tabii. Evde yalayıp yuttuğumuz anne yemeklerinin her biri birer ticari değer. Kadın ekonomisi içine giren her türlü alanda kozmetikten bakıma, giyimden aksesuara, kadınlar faaliyetlerini sürdürürken, makro ekonomi politikaları bu ekonomiler hiçe sayılarak çiziliyor.
Mikro-kredi
2000’li yılların sonunda Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı’nın mikro-kredi programının, kadınların teşvik edilmesini amaçlayan bir yarışma programında çalışmıştım. Türkiye’nin çeşitli illerinden mikro-kredi ile ekonomik faaliyet yürüten kadınlar arasında çeşitli kategorilerde yarışma düzenleyen bir özel banka, kazananlara faaliyetlerine katkı olarak para ödülü veriyordu. O yıllar kadın aktivistler, akademisyenler ve kadın kuruluşları arasında mikro-kredinin tartışıldığı yıllardı aynı zamanda. Bir kısmı desteklerken, bir kısmı da kadını krediye mahkûm ediyor diye karşı çıkıyordu. Bir süredir bu tür tartışmalara rastlamıyorum.
Ama mikro-kredinin (veya başka bir iş geliştirme enstrümanı da olabilir) kadınları nasıl değiştirdiğine tanık oldum. Yarışma başvurularında küçük anketler de yapıyorduk. Yarışmayı nasıl duyduğu, nasıl karar verdiği, ne gibi güçlüklerle karşılaştığı, mikro-kredinin hayatında neler değiştirdiği gibi sorulardı. İlk yılın cevaplarında, kadınların ailelerine mikro-krediyi kabul ettirmek için bir hayli mücadele verdikleri, hatta sorunun eşlerinden gelen boşanma tehdidine kadar vardığı görünüyordu. Ama daha sonraki yıllarda giderek, “eşim de destekledi, görümcemle birlikte çalışıyoruz, kayınvalidem de çocuğa bakarak destek oluyor” gibi cevaplar görmeye başladık. Bu iş tutuyordu. Ama en önemlisi hayatlarında köylerinden çıkmamış kadınların yaşadığı değişimdi; özellikle de o yıllarda yoğun bir mikro-kredi programı uygulanan Diyarbakır ve çevre illerden gelen, birçoğu sadece Kürtçe bilen kadınların, yanındaki yarışmacı arkadaşının çevirisi yardımıyla, yaptığı işi Türkiye’nin kadınlı erkekli en ünlü iş insanlarına, sivil toplum yöneticilerine ve gazetecilerine anlatma özgüveni kazanmasıydı.
Kadın emeği kaç megawatt
Ama konunun özüne dönersek; kadınların yemek ve yemek girdileri (yufka, salça, reçel) yaparak ve satarak, dikiş dikerek ve satarak, takı yapıp satarak, kuaförlük yaparak, köyde mikro-kredi ile aldığı biricik ineğinin sütünü peynir ve yoğurt yapıp satıp kazandığıyla bir tane daha alarak, hatta oğluna iş olsun diye internet kahve, tamirhane gibi küçük ticarethaneler açarak mikro çabalarla yarattıkları makro ekonominin ……..
Cümlenin sonu “büyüklüğüne inanamazsınız” diye bitebilir.
Keşke böyle bitebilse, bir rakamla ifade edilebilseydi. Ama bitemiyor. Çünkü bu parçalı ama bir o kadar da hayati büyüklük, bir gün bir HES’e, bir termik santrale, bir AVM’ye, turizm tesisi adı altında bir inşaat rantına her an feda edilebilir. O kadar edilebilir ki, hesabı dahi tutulmuyor. Köylerinde, mahallelerinde özgürce bir hayat kurmaya çalışan kadınlar ve erkekler, bir buldozerin kepçesiyle kendilerini büyük şehirlerin çeperlerinde bir toplu konutta kent tutsağı olarak buluyorlar. Erkekler bir taşeronda işçi, kadınlar temizlikçi…
O yüzden geçen sayıdaki vurguyla bitireyim ben yazımı:
Bir yere bir inşaat, yol, yatırım, proje, plan, falan filan yapılacaksa “O bölgede kaç kadın tarımda çalışır, kaç kadın evinin küçük bir odasını takı atölyesine dönüştürmüş konu komşuya, yakın pazarlara satmaya götürüyor. Görmek, bilmek ve korumak istiyorum.”
Bir cevap yazın